Kendisini en derin saygıyla andığım şair ve yazar Yavuz Bülent
Bâkiler Türkiye'de çok ciddi bir Türk düşmanlığı olduğunu, hatta bir
zamanlar Türkiye'de Türk Düşmanlığı ismiyle bir kitap yazmayı bile
düşündüğünü yazmıştı bir kitabında. Türkiye'de Türk düşmanlığı her
dönemde görülen bir durum. Bazen bu düşmanlık artış gösteriyor.
Tarihimizde bunun somut örnekleri var. Günümüzde de Türküm demek
neredeyse suç sayılır oldu.
Milli Şef İnönü döneminde yapılan gizli komünizm faaliyetlerinden rahatsız olan yazar, şair ve tarihçi
Hüseyin Nihal Atsız dönemin Başbakanı
Şükrü Saracoğlu'na hitaben, dönemin Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili)
Hasan Ali Yücel, yazar ve gazeteci
Sabahattin Ali ve diğer bazı şahısları şikayet etmek üzere
Orhun dergisinde 1 Mart 1944'te ve bir ay sonra 1 Nisan 1944'te iki açık mektup yazar.
Yayımladığı
iki “açık mektup”ta Atsız, II. Dünya Savaşının sonuna doğru Sovyetler
Birliği’nin savaşı kazanma sürecine girmesi üzerine Türkiye’de artan
komünist etkinliklerine dikkat çeker ve özellikle bunların eğitim
alanında yapacağı yıkıcı etkileri açıklayarak, bu kötü gidişe bir “dur!”
denilmesini ister. “
Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye” hitap eden
mektuplarının ikincisinde Atsız, özellikle Millî Eğitim alanındaki
komünist etkinliklerini ve faillerini ele alır, onları sırasıyla tanıtır
ve yazısının sonunda o etkinlikleri destekleyen zamanın Milli Eğitim
Bakanını istifaya davet eder.
Atsız’ın yayınladığı ikinci mektuptan sonra Sabahattin Âli, Nihal Atsız aleyhine hakaret davası açar. (1)
26
Nisan 1944'de başlayan mahkemeye dönemin üniversite gençliği çok yoğun
ilgi gösterir. Mahkeme heyeti duruşma salonuna zorlukla girer. Mahkeme 3
Mayıs 1944 gününe ertelenir.
3
Mayıs 1944 günü üniversite gençliği Nihal Atsız'a destek vermek
amacıyla İstiklâl Marşı söyleyerek ve komünizm aleyhinde sloganlar
atarak büyük bir gösteri düzenler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler
Ulus'a yürür. O zaman Ulus'ta bulunan Başbakanlık binasına giderek
Başbakan (Başvekil) ile görüşmek isterler. Başbakan ile görüşemeyen
gençler Anafartalara yönelir. Dönemin hükümeti bu gösteriyi şiddetle
bastırır. 3 Mayıs'taki gösterilere katılan gençler birer birer tespit
edilip toplanır ve tutuklanır.
Sonraki günlerde devam
eden duruşmalar da olaylı olur. 9 Mayıs’taki son duruşmada ise, Atsız 4
ay hapis ve 66 lira para cezasına mahkum olur. Ancak cezası tecil
edilir.
Bu dava sonrası ülkede yayınlanan basın
organlarında Türkçülük ve Turancılık karşıtı yazılar artar. Bakanlar
Kurulu, 18 Mayıs 1944 günü, Anadolu Ajansı aracılığı ile bir “resmî
tebliğ” yayımlar. Milli Şef İnönü o yılın 19 Mayıs Gençlik ve Spor
Bayramı törenlerinde Türkçüleri ve Türkçülüğü yargısız infaza tabi tutan
bir nutuk verir. Milli Şef henüz soruşturma evresinde olan, haklarında
bir dâvâ bile açılmamış bulunan kişileri peşin olarak mahkûm eder ve
bütün suçları vatan ve milletlerini sevmek olan o genç insanları
“fesatçı”, “vatan haini” olarak nitelendirir.
Mahkeme
nedeniyle Ankara'da bulunan Atsız 9 Mayıs’ta, Reha Oğuz Türkkan’la
birlikte tutuklanır. Bu şekilde kamuoyu bu konuda hazırlanırken ülke
genelinde Türkçülerin evlerinde aramalar ve tutuklamalar başlar. Çoğu
Ankara ve İstanbul’da bulunan, yurdun değişik yerlerinde görevli olan
veya yaşayan bazı kişiler de, ya Atsız’a mektup yazmış olmaları ya da
Orhun dergisinin açtığı ankete katılmış bulunmaları bahane edilerek,
tutuklanır.
Tutuklamalar sürerken nihayet 19 Mayıs
günü tüm gazetelerde gizli bir Turancı örgütün ortaya çıkarıldığı haberi
yayınlanacaktır. Tutklananlar o sırada sıkıyönetim uygulanmakta olan
İstanbul'a götürülür.
Tutuklulardan sivil olanlar
Sirkeci’deki, o yıllarda Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan
Hanı’na, asker olanlar ise o zaman İstanbul’un Tophane semtinde bulunan
Askerî Cezaevine kapatılırlar.
Tutuklanan siviller
Sansaryan Han'ın son katında bir yatağın ancak sığdığı hücrelerde bazen
iki kişi kalma zorunda bırakılır. Tutukluyu Sansaryan Hanı’nın bodrum
katındaki “mezarlık hücresi”nde konuk etmek uyğulanan diğer bir işkence
şeklidir. Atsız bu beş hücreden birinde bir hafta tutulmuş, bu sürede
şapkası küf bağlamıştır.
Başka bir etkili işkence
yöntemi, hoşa gitmeyen ifadeler veren ve/ya hazır yazılı ifadeleri
imzalamayan tutukluları, “tabutluk” veya “mutena hücre” denilen, dik
tutulan tabut biçim ve oylumundaki oyuklara tıkmaktır. Çatı katındaki bu
hücrelere yola getirilmesi düşünülen tutuklu oraya ayakta olarak
sokulur, kollarından ve bacaklarından zincirlerle bağlanarak duvara
asılır, kapısı kapatıldıktan sonra tepedeki ışık yakılır, işkence edilen
“pes” edinceye veya bayılıncaya kadar orada tutulur.
Türkçülerin
bu tabutluklar da aç ve susuz, 48 saat kalanları veya orada birkaç kez
konuk edilenleri vardır. Türkçülerden o işkenceye,
Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek ve
Osman Yüksel lâyık görülmüştür.
Dayak, falaka, küfür yaygın işkence türlerindendir. Bunlardan nasiplenen birçok Türkçü tutuklu vardır. Onların biri
Sait Bilgiç, bir diğeri de
Mehmet Külâhlıoğlu'dur. Hikmet Tanyu’ya uygulanan başka bir işkence, başına tabanca dayanarak yapılan tehditdir. İşkencelerden
Prof. Dr. Zeki Velidî Togan’ın payına da verildiği hücreyi haşerelerden temizlemek düşer.
Tophane’deki
Askerî Cezaevinde tutulan sanık adayları bu tür maddî işkencelere
uğramazlar. Ancak bu cezaevinde de şartlar çok kötüdür.
Yapılan
işkenceleri sorumlulardan mahkeme savcısı da mahkemede kabul etmiştir.
Ayrıca, ‘Türkçülük Dâvâsı’nın ilk soruşturmaları sırasında 15 çeşit
işkence uygulandığını belirleyen Hikmet Tanyu, uzun uğraşıları sonunda,
işkence ve zulümlerin dâvâ konusu yapılmasını başararak bunları
yapanların yargılanması yolunu açmış fakat işkenceciler, 1950 yılında
Demokrat Parti iktidarının çıkardığı af kanunundan yararlanıp
yargılanmaktan kurtulmuşlardır(!).
3 Mayıs 1944'de
Ankara’da yapılan bu görkemli gösteri ve yürüyüş, Sovyetler Birliğinin
II. Dünya Savaşını sonlandıran bir zafer kazanma yolunda ilerlemesi
karşısında, o zamana kadar yürüttüğü Alman yanlısı politikaya yön
değiştirme telâşına düşen Milli Şef ve emrindekilere iyi bir fırsat gibi
görünmüştür.
Bu dönemde yayınlarında Türk dünyasına
ilişkin yazı, yorum ve haberlere çokça yer veren Türkçüler, tutsak
Türklerin büyük çokluğu işgalindeki topraklarda yaşayan Sovyetler
Birliği yöneticilerini zaten tedirgin etmektedir. Türkçülük aleyhine bir
kampanya açılması ve başlıca Türkçülerin tutuklanıp cezalandırılması,
Sovyetlere yönelişe, yani SSCB’nin kandırılabilmesine (!) yarar diye
düşünülmüştür.
Tarihimize “
Turancılık” veya '
Türkçülük'
davası olarak geçen dava İstanbul 1. Sıkıyönetim (Örfi İdare)
Mahkemesinde görülür. 7 Eylül 1944'de başlayan toplam 23 sanığın
yargılandığı dava 65 oturum sürer ve 29 Mart 1945 Perşembe günü karar
verilir. Verilen kararla 13 sanık beraat eder, aralarında
Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve
Alparslan Türkeş'inde bulunduğu on sanığa 10 yıla kadar uzanan değişik hapis ve sürgün cezaları verilir.
Daha
sonra dava Askerî Yargıtay’a taşınır. Yüksek Mahkeme 31 Ekim 1945
tarihinde İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin bu kararını “usul ve
esas yönünden” bozar ve davanın 2. Sıkıyönetim Mahkemesinde görülmesini
karar verilir. Bu karar, 26 Ekim 1945 günü, yıldırım telgrafı ile
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bildirilerek tutukluların hemen
salıverilmesi sağlanır. Böylece, kimi Türkçüler için 1 yıl beş buçuk ay
süren hapis ve zindan hayatı sona erer.
26 Ağustos 1946 tarihinde başlayan ikinci yargılama sonunda 31 Mart 1947 tarihinde bütün sanıklar beraat eder.
Bu
sonuç, davayı “icat eden” ve onu Türkçülere zulüm için bir alet olarak
kullananları, özellikle de Milli Şef İnönü’yü ve Milli Eğitim Bakanı
(Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel’i, hiç memnun etmemiştir. İnönü, bundan
kaynaklanan kızgınlığını, bu karardan sonra yaptığı bir Askerî Yargıtay
ziyaretinden, mahkemenin başkanı ve kendisinin kırk yıllık arkadaşı olan
Orgeneral Ali Fuat Erden‘in odasına uğrama nezaketini göstermeden ayrılarak ortaya koyar. Zaten, Erden Paşa ile Askerî Yargıtayın öteki üyeleri
Tümgeneral Kemal Alkan ve
Tugğeneral İsmail Berkok, kısa süre sonra emekliye sevkedilirler.
Türkçülük Günü
3
Mayıs'ın ilk yıldönümü olan 1945 senesinde o sıralarda Tophane'deki
Askerî Cezaevinde tutuklu bulunan bir grup Türkçü tarafından bu
yıldönümü anılır. Daha sonraki yıllarda ise çeşitli törenlerle
kutlanmaya devam edilir ve Türk milliyetçilerinin bir geleneği olarak “
Türkçülük Günü” kutlanmaya devam eder.
3
Mayıs 1944 ve onu izleyen olaylar Türk milliyetçiliği tarihinin önemli
kilometre taşlarından biridir. O günü izleyen günler ve yıllar, Türk
milliyetçilerinin bir cehennem hayatı yaşamasına sebep olmuş ve 1949’a
kadar süren bu devlet terörü günleri Türkçülük hareketinde yeni bir
uyanışın ışığı durumuna dönüşmüştür. Türkçülük, Türk kamuoyu ve toplumu
ile o gün yapılan gençlik yürüyüşü ve gösterisinde tanışmıştır.
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Tarihler bin dokuz yüz kırk dördü gösterdi,
Atsızım Bozkurtlara buyruğu verdi,
Yiğitçe buyruğa gönül verdiler,
Alparslanlar, Kokanlar, Orkun, İdiller,
Yürüyün, yürüyün haydi yiğitler,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Dilde birlik, işte birlik, fikirde birlik,
Sağlanırsa o zaman kurulur dirlik,
Yürü yiğit yürü bugün senin günündür,
Bugün düğün günün, bayram günündür,
3 Mayıs Türkçünün düğün günüdür,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
(1) Sabahattin Ali’nin, savcıya ve Konservatuar Müdürü Orhan Şaik Gökyay’a “
Ben dâvâ açmayacaktım, Hasan-Âli bey böyle istedi”
itirafında bulunmuştur. Ayrıca Sabahattin Aliyi bu konuda Ulus gazetesi
başyazarı ve milletvekili Falih Rıfkı Atay’ın kışkırttığı da bilinir.