Ülkesinde polis takibatına uğramamak için Mısır'a gitti. “Arkamda
polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memleketine ihanet
etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan
dolayı gidiyorum.” diye sitem etti.
Mısır'da da pantalon giydiği için kafir olduğu gerekçesiyle sıkıntılı günler geçirdi.
Mısır'da hastalandı. Hastalığı ilerleyince ülkesine geri döndü.
“Şişli Sıhhat Yurdu”na yatırıldı, burada yirmi gün yatarak teşhis ve tedavisi yapıldı.
Mısır'da da kendisini misafir eden Halim Paşa ailesine ait Beyoğlu’ndaki Mısır Apartımanı’nda hazırlanan daireye yerleştirildi.
Bu
sirada o dönemdeki Dâhiliye Vekâleti Emniyet Umum Müdürlüğü (İçişleri
Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü) , İskenderiye Konsolosluğu'na O'na ne
zaman ve hangi konsoloslukça vize verildiğini sormakla meşgul idi.
1936 yılının 27 Aralık Pazar günü saat 19.45’te ikamet ettiği Mısır Apartımanı’nda vefat etti.
İstanbul gazeteleri O'nun ölüm haberine çok kısa yer verdi.
Ankara’dan Üniversite’ye ve resmi yetkililere tören yapılmaması ve törenlere katılmamaları hakkında emir gönderildi.
Cenazesi Beyazıt Camii avlusuna getirildi. Cenazede çok az kişi vardı.
O sırada bir üniversite öğrencisi cenazeyi tanıdı. Koşarak üniversiteye gitti. O'nun vefat ettiğini haber verdi. "Ders yapılacak gün değil!" dedi.
Gençler
cenazeye koştu. Tabutunu, Bayezid Camii avlusundan Kâbe örtüsü ve
bayrağa sarılı olarak Edinekapı’ya kadar el üstünde taşıdı.
Edirnekapı’da sevdiği arkadaşı Ahmed Naim Bey’in yanına defnedildi.
Cenazesinde bayrak yarıya indirilmedi.
1938 yılında kabrini yine üniversiteli gençler yaptırdı.
Kimden bahsettiğimi anladınız herhalde. O, bu ülkenin Milli Marşı'nı kaleme alan "Mehmet Akif" idi.
Sahi
milli marşını kaleme aldığınız ülkede polis takibatına uğramamak için
ülkeyi terk etmek zorunda kalsaydınız siz ne hissederdiniz?
Diyanet İşleri Başkanlığı 78. ölüm yıldönmümünde Akif'in ölümsüz eseri Safahat'ı dijital dünyaya taşıdı.
Tüm mobil marketlerden ulaşılabilen bu hizmete (http://www.dijitalsafahat.com/) web adresinden de ulaşabilirsiniz.
Veteriner Hekim olarak meslektaşı olmakla gurur duyduğum Mehmet Akif'i rahmet ve saygıyla anıyorum.
27 Aralık 2015 Pazar
11 Aralık 2015 Cuma
Aldıkları ödülün arkasında milyonlarca insanın kanı var
12 Ekim 2006 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak Nobel Ödülü kazanan ilk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak tarihe geçen Orhan Pamuk'tan sonra, ABD’de yaşayan Türk bilim insanı Prof. Dr. Aziz Sancar ‘DNA onarımı’ üzerine yaptığı çalışmaları nedeniyle İsveçli Tomas Lindahl ve Amerikalı Paul Modrich ile birlikte 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü ve Nobel ülkemizde gündemi işgal etmeye başladı.
Şimdi gelin isterseniz madalyonun arkada kalan karanlık yüzüne bakalım.
Yaklaşık 100 yıldan fazla bir süredir Nobel Ödülleri edebiyattan bilime insanlığa katkıda bulunan kişi ve kuruluşlara verilmektedir.
Nobel ödülleri, kurucusu Alfred Nobel'in vasiyetine göre "milletler arasındaki kardeşlik için , savaşların azaltılmasına ve ortadan kalkmasına en fazla katkıda bulunan, barış kongrelerini destekleyen kişi ve kuruluşlara" verilmektedir.
Fakat Nobel Ödeüllerinin kökeni ve Alfred Nobel'in hayatı bize açıklanmayan binlerce insanın ölümünün olduğu lekeli çok farklı bir hikaye anlatmaktadır.
Alfred Bernhard Nobel, 1833 yılında İsveç'in Stockholm kentinde dünyaya gelmiştir. Babası Immanuel Nobel bir yatırımcı ve mühendistir. Hayatı boyunca mali problemlerle uğraşmıştır. İflasını ilan etmek zorunda kalınca deniz kuvvetlerinin işgaline engel olacak sualtı mayınlar icadının Rus Çarı'nı etkilemesi üzerine ve İsveç'i terk ederek Rusya'nın St. Petersburg kentine gitmiştir.
Sonunda başarı elde eden Immanuel, karısı ve sekiz çocuğunu da St. Petersburg'a getirmiştir. Çocuklarını devlet okullarına vermiş ve Alfred sıkı Rus eğitimi altında kimya, fizik, edebiyat ve tabii bilimler yanında birkaç dil öğrenmesiyle dikkati çekmiştir.
Alfred, daha sonra kimya ve mühendislik alanında eğitim için yurtdışına gönderilmiştir. Paris'te eğitimi sırasında Nobel, 1847 yılında gliserinin nitrik asid ve sülfirik asid ile karışımıyla elde edilen yağlı, sıvı patlayıcı olan nitrogliserini keşfeden İtalyan kimyacı Ascanio Sobrero ile tanışmıştır.
Nitrogliserin, pratik olarak kullanılamayacak kadar güvensiz olarak kabul edilince, Rusya'da ve İsveç'te birçok karlı yatırımı olan Nobel ailesi, nitrogliserinin potansiyel ticari ve sanayi kullanımı konusunda araştırmalara devam etmiştir.
Fakat bu araştırmaları trajik bir sona neden olmuştur: 1864 yılında, Alfred'in küçük kardeşi Emil ve diğer birkaç insan İsveç'teki bir fabrikalarında meydana gelen patlamada ölmüştür. Bu kaza Alfred'i nitrogliserini güvenli hale getirmek için bir yol bulma konusunda kamçılamıştır. Başarı kolay gelmemiş: İlk denemelerde nitro ve barut karışımı patlayıcı yağ yapma çalışmaları birçok ölümlü patlamayla sonuçlanmış ve bir defasında San Francisco'da depoda meydana gelen patlamada 15 kişi ölmüştür.
Sonunda 1867 yılında Alfred Nobel nitrogliserini silisli toprak ile karıştırarak dengeli, şekil verilebilen, madencilerin kayaları patlatmak için kullanabileceği çubuklar haline getirilebilen patlayıcıyı bulmayı başarmıştır. Nobel bu buluşuna Yunanca "dunamis" (güç) anlamına gelen "dinamit" adını vermiş ve patent almıştır.
Dinamitin keşfi madencilikte, inşa ve yıkım çalışmalarında bir devrim olmuştur. Tren yolu şirketleri güvenli bir şekilde dağları patlatıp dünya üzerinde demiryolu ağları kurmuş, araştırma ve ticaretin gelişmesine imkan sağlamıştır. Sonuç olarak birçok buluşu için 355 patent alan Nobel, fanfastik bir şekilde büyümüştür.
Dinamit elbette başka kullanım alanları da bulmuş ve askeri yetkililerin dinamiti kullanmaya başlaması çok zaman almamıştır. Dinamit ilk olarak İspanya- Amerika savaşlarında kullanılmıştır. Nobel'in, dinamitin askeri amaçlı olarak kullanımını onaylayıp onaylamadığı konusu aydınlanmış değildir.
Bununla beraber, 1888 yılında, kardeşi Ludvig öldüğü zaman buluşu hakkında insanların ne düşündüğü gerçeği ile yüz yüze gelmiştir.Gazetecilik hatası olarak düşünülen bir hata ile kardeşi yerine Alfred'in ölüm ilanı yayınlanmıştır ve Nobel, milyonlarca insanın ölümünden sorumlu tutularak aşağılanmıştır. Bir defasında bir Fransız gazetesi "Le marchand de la mort est mort" "ölüm tüccarı öldü" diye yazmıştır. Ölüm haberlerinde, "daha fazla insanı daha önce hiç olmadığı şekilde daha hızlı öldürmenin yolunu bularak zengin olan" kişi olarak tanımlanmıştır.
Nobel'in, okuduklarından sarsıldığı ve bunun sonucu olarak mazisini temizlemek için bir yol bulmaya karar verdiği rivayet edilmektedir. Ölmeden bir yıl önce 1896 yılında, vasiyetini imzalamış, malvarlığının büyük kısmını barış ödülü de dahil beş Nobel Ödülü kurulması için vasiyet etmiştir.
Bu yıl Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün üyelerinden Hüseyin Abassi, bugün katıldığı CNN canlı yayınında IŞİD’in arkasında Türkiye’nin olduğunu söylemiştir.
İŞİD'in arkasında Türkiye'nin olmadığını akıl edenler biliyor. Ama Hüseyin Abassi, aldıkları ödülünde arkasında milyonlarca insanın kanı olduğunu biliyor mu acaba!
Şimdi gelin isterseniz madalyonun arkada kalan karanlık yüzüne bakalım.
Yaklaşık 100 yıldan fazla bir süredir Nobel Ödülleri edebiyattan bilime insanlığa katkıda bulunan kişi ve kuruluşlara verilmektedir.
Nobel ödülleri, kurucusu Alfred Nobel'in vasiyetine göre "milletler arasındaki kardeşlik için , savaşların azaltılmasına ve ortadan kalkmasına en fazla katkıda bulunan, barış kongrelerini destekleyen kişi ve kuruluşlara" verilmektedir.
Fakat Nobel Ödeüllerinin kökeni ve Alfred Nobel'in hayatı bize açıklanmayan binlerce insanın ölümünün olduğu lekeli çok farklı bir hikaye anlatmaktadır.
Alfred Bernhard Nobel, 1833 yılında İsveç'in Stockholm kentinde dünyaya gelmiştir. Babası Immanuel Nobel bir yatırımcı ve mühendistir. Hayatı boyunca mali problemlerle uğraşmıştır. İflasını ilan etmek zorunda kalınca deniz kuvvetlerinin işgaline engel olacak sualtı mayınlar icadının Rus Çarı'nı etkilemesi üzerine ve İsveç'i terk ederek Rusya'nın St. Petersburg kentine gitmiştir.
Sonunda başarı elde eden Immanuel, karısı ve sekiz çocuğunu da St. Petersburg'a getirmiştir. Çocuklarını devlet okullarına vermiş ve Alfred sıkı Rus eğitimi altında kimya, fizik, edebiyat ve tabii bilimler yanında birkaç dil öğrenmesiyle dikkati çekmiştir.
Alfred, daha sonra kimya ve mühendislik alanında eğitim için yurtdışına gönderilmiştir. Paris'te eğitimi sırasında Nobel, 1847 yılında gliserinin nitrik asid ve sülfirik asid ile karışımıyla elde edilen yağlı, sıvı patlayıcı olan nitrogliserini keşfeden İtalyan kimyacı Ascanio Sobrero ile tanışmıştır.
Nitrogliserin, pratik olarak kullanılamayacak kadar güvensiz olarak kabul edilince, Rusya'da ve İsveç'te birçok karlı yatırımı olan Nobel ailesi, nitrogliserinin potansiyel ticari ve sanayi kullanımı konusunda araştırmalara devam etmiştir.
Fakat bu araştırmaları trajik bir sona neden olmuştur: 1864 yılında, Alfred'in küçük kardeşi Emil ve diğer birkaç insan İsveç'teki bir fabrikalarında meydana gelen patlamada ölmüştür. Bu kaza Alfred'i nitrogliserini güvenli hale getirmek için bir yol bulma konusunda kamçılamıştır. Başarı kolay gelmemiş: İlk denemelerde nitro ve barut karışımı patlayıcı yağ yapma çalışmaları birçok ölümlü patlamayla sonuçlanmış ve bir defasında San Francisco'da depoda meydana gelen patlamada 15 kişi ölmüştür.
Sonunda 1867 yılında Alfred Nobel nitrogliserini silisli toprak ile karıştırarak dengeli, şekil verilebilen, madencilerin kayaları patlatmak için kullanabileceği çubuklar haline getirilebilen patlayıcıyı bulmayı başarmıştır. Nobel bu buluşuna Yunanca "dunamis" (güç) anlamına gelen "dinamit" adını vermiş ve patent almıştır.
Dinamitin keşfi madencilikte, inşa ve yıkım çalışmalarında bir devrim olmuştur. Tren yolu şirketleri güvenli bir şekilde dağları patlatıp dünya üzerinde demiryolu ağları kurmuş, araştırma ve ticaretin gelişmesine imkan sağlamıştır. Sonuç olarak birçok buluşu için 355 patent alan Nobel, fanfastik bir şekilde büyümüştür.
Dinamit elbette başka kullanım alanları da bulmuş ve askeri yetkililerin dinamiti kullanmaya başlaması çok zaman almamıştır. Dinamit ilk olarak İspanya- Amerika savaşlarında kullanılmıştır. Nobel'in, dinamitin askeri amaçlı olarak kullanımını onaylayıp onaylamadığı konusu aydınlanmış değildir.
Bununla beraber, 1888 yılında, kardeşi Ludvig öldüğü zaman buluşu hakkında insanların ne düşündüğü gerçeği ile yüz yüze gelmiştir.Gazetecilik hatası olarak düşünülen bir hata ile kardeşi yerine Alfred'in ölüm ilanı yayınlanmıştır ve Nobel, milyonlarca insanın ölümünden sorumlu tutularak aşağılanmıştır. Bir defasında bir Fransız gazetesi "Le marchand de la mort est mort" "ölüm tüccarı öldü" diye yazmıştır. Ölüm haberlerinde, "daha fazla insanı daha önce hiç olmadığı şekilde daha hızlı öldürmenin yolunu bularak zengin olan" kişi olarak tanımlanmıştır.
Nobel'in, okuduklarından sarsıldığı ve bunun sonucu olarak mazisini temizlemek için bir yol bulmaya karar verdiği rivayet edilmektedir. Ölmeden bir yıl önce 1896 yılında, vasiyetini imzalamış, malvarlığının büyük kısmını barış ödülü de dahil beş Nobel Ödülü kurulması için vasiyet etmiştir.
Bu yıl Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün üyelerinden Hüseyin Abassi, bugün katıldığı CNN canlı yayınında IŞİD’in arkasında Türkiye’nin olduğunu söylemiştir.
İŞİD'in arkasında Türkiye'nin olmadığını akıl edenler biliyor. Ama Hüseyin Abassi, aldıkları ödülünde arkasında milyonlarca insanın kanı olduğunu biliyor mu acaba!
1 Aralık 2015 Salı
Söylediğim gerçek oldu
NATO Genel Sekreter Yardımcısı'nın bir demeci üzerine 22 Kasım tarihinde yazdığımım " Bu batılılar gerçekten inanılmaz" başlıklı yazımı şöyle bitirmiştim.
"...Yoksa niyetiniz kuzey komuşumuz Ruslarla aramızı mı açmak?"
Bugün itibariyle geldigimiz noktaya bakın. Söylediğim gerçek oldu. Komşumuz Ruslarla resmen sanki savaş halindeyiz.
Şu Rus uçağının düşürülmesi emrini kim verdi gerçekten merak ediyorum. NATO'nun koridorlarında bir yerlerden olabilir mi acaba?
"...Yoksa niyetiniz kuzey komuşumuz Ruslarla aramızı mı açmak?"
Bugün itibariyle geldigimiz noktaya bakın. Söylediğim gerçek oldu. Komşumuz Ruslarla resmen sanki savaş halindeyiz.
Şu Rus uçağının düşürülmesi emrini kim verdi gerçekten merak ediyorum. NATO'nun koridorlarında bir yerlerden olabilir mi acaba?
22 Kasım 2015 Pazar
Bu batılılar gerçekten inanılmaz
Bugün bir gazetede bir haber. NATO Genel Sekreter Yardımcısı Alexander Vershbow Ruslara tepki göstererek "Neden Kırım'ı Türkiye'ye geri vermiyorsunuz. Kırım'ın daha önceki sahibi onlar! demiş.
NATO Genel Sekreter Yardımcısı'na hatırlatalım. Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Lübnan, Ürdün, Mısır, Cezayir, Tunus, Libya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Hırvatistan'ın da daha önceki sahipleri biz idik. Oraları niye Türkiye'ye vermeyi teklif etmiyorsunuz? Yoksa niyetinin kuzey komuşumuz Ruslarla aramızı mı açmak?
Bu batılılar gerçekten inanılmaz.
NATO Genel Sekreter Yardımcısı'na hatırlatalım. Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Lübnan, Ürdün, Mısır, Cezayir, Tunus, Libya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Hırvatistan'ın da daha önceki sahipleri biz idik. Oraları niye Türkiye'ye vermeyi teklif etmiyorsunuz? Yoksa niyetinin kuzey komuşumuz Ruslarla aramızı mı açmak?
Bu batılılar gerçekten inanılmaz.
20 Kasım 2015 Cuma
ISO 9001 Kalite Yönetim Sistemi Terörü Önleyemedi
ISO 9001 Kalite Yönetim Sistemi ile terörün ne alakası var mı diyorsunuz? Anlatalım.
Önce 1980 yıllarda dünyadaki gelir dağılımına bakalım. Dünyadaki bütün geliri bir pastaya benzetirsek, 1980'lerin başında dünyanın en zengin %20'si bu pastanın %87'ni, 2nci dünya olarak adlandırabileceğimiz ikinci gruptakiler ki bunlar dünya nüfusunun %30'u teşkil ediyordu, pastanın %11'ini, geri kalan 3ncü dünya yani en fakir %50 ise pastanın %2 ni yiyordu.
Emperyalist batı ülkeleri yani pastanın %87'i tüketen dünya nüfusunun % 20'sini teşkil eden ülkeler dediler ki bu durum böyle devam etmez. Biz pastanın büyük bir kısmını tüketiyoruz. Dünya'da anarşi, husursuzluk ve terör olur. Buna bir çözüm bulalım. Biz pastadaki payımızın bir kısmından vazgeçelim, bu kısmı diğer gruplara verelim, diğer gruptakilerin de pastadaki paylarını arttıralım. Bunun üzerine kendi paylarının %8'sini diğer gruplara vererek 2010 yılına kadar kendilerinin pastadaki payını %80'ne düşürerek 2nci dünyanın payını %15'e, 3ncü dünyanın payını da %5'e çıkarmaya karar verdiler. Bu durumda 2nci dünya ülkelerinin payı %36 oranında, 3ncü dünya ülkelerinin payıda %150 oranında artmış olacaktı.
Bu sonuç ancak 2nci ve 3ncü dünya ülkelerinin daha fazla ürün ve hizmet üretmesi ile sağlanabilirdi. Bu amaca yönelik olarak mesela otomobil batı ülkelerinden Türkiye ve Hindistan gibi ülkelere, bu ülkelerdeki tekstil üretimi de Mısır ve Pakistan gibi ülkelere kaydırıldı. Ülkemizdeki otomobildeki üretim artışının neden olduğunu, tekstilcilerin neden isteyerek olmasa da Mısır'a gitmek zorunda kaldıklarını sanıyordunuz? Son 15-20 yılda ülkemiz insanı gelirlerindeki bu artışını gördü.
Emperyalist ülkeler bu kararlarını uygularken dediler ki; tamam bu üretimleri bu ülkelere kaydıracağız ama bu ülkelerin ürettiği otomobile biz bineceğiz, ürettikleri tekstil ürünlerini biz kullanacağız, ürettikleri gıda maddelerini biz tüketeceğiz. O nedenle bu ülkeler bu ürünleri üretsin ama bu ürünler kaliteli olsun, insan sağlığına zararlı olmasın dediler. Ayrıca biz bugüne kadar çevreyi oldukça katlettik. Bizde bu dünyada yaşıyoruz, aynı havayı soluyoruz, aynı suları kullanıyoruz, aynı denize giriyoruz. Bu ülkeler üretim yaparken çevreye de zarar vermesin. İşte buradan hareketle ISO 9001 Kalite Yönetim Sistemi, ISO 22000 Gıda Güvenliği Yönetim Sistemi, ISO 14000 Çevre Yönetim Sistemi standardları hazırlandı ve ülkelerin üretim yaparken bu standardlara uygun hareket etmeleri istendi. Böylece bu yönetim sistemleri hayatımıza girdi.
Ancak bugün gelinen noktada ISO 9001 Kalite Yönetim Sisteminin terörü önleyemediği görülmüyor mu? Tabi bu terör olayları da planın başka bir parçası değilse.
Emperyalist batı ülkeleri yani pastanın %87'i tüketen dünya nüfusunun % 20'sini teşkil eden ülkeler dediler ki bu durum böyle devam etmez. Biz pastanın büyük bir kısmını tüketiyoruz. Dünya'da anarşi, husursuzluk ve terör olur. Buna bir çözüm bulalım. Biz pastadaki payımızın bir kısmından vazgeçelim, bu kısmı diğer gruplara verelim, diğer gruptakilerin de pastadaki paylarını arttıralım. Bunun üzerine kendi paylarının %8'sini diğer gruplara vererek 2010 yılına kadar kendilerinin pastadaki payını %80'ne düşürerek 2nci dünyanın payını %15'e, 3ncü dünyanın payını da %5'e çıkarmaya karar verdiler. Bu durumda 2nci dünya ülkelerinin payı %36 oranında, 3ncü dünya ülkelerinin payıda %150 oranında artmış olacaktı.
Bu sonuç ancak 2nci ve 3ncü dünya ülkelerinin daha fazla ürün ve hizmet üretmesi ile sağlanabilirdi. Bu amaca yönelik olarak mesela otomobil batı ülkelerinden Türkiye ve Hindistan gibi ülkelere, bu ülkelerdeki tekstil üretimi de Mısır ve Pakistan gibi ülkelere kaydırıldı. Ülkemizdeki otomobildeki üretim artışının neden olduğunu, tekstilcilerin neden isteyerek olmasa da Mısır'a gitmek zorunda kaldıklarını sanıyordunuz? Son 15-20 yılda ülkemiz insanı gelirlerindeki bu artışını gördü.
Emperyalist ülkeler bu kararlarını uygularken dediler ki; tamam bu üretimleri bu ülkelere kaydıracağız ama bu ülkelerin ürettiği otomobile biz bineceğiz, ürettikleri tekstil ürünlerini biz kullanacağız, ürettikleri gıda maddelerini biz tüketeceğiz. O nedenle bu ülkeler bu ürünleri üretsin ama bu ürünler kaliteli olsun, insan sağlığına zararlı olmasın dediler. Ayrıca biz bugüne kadar çevreyi oldukça katlettik. Bizde bu dünyada yaşıyoruz, aynı havayı soluyoruz, aynı suları kullanıyoruz, aynı denize giriyoruz. Bu ülkeler üretim yaparken çevreye de zarar vermesin. İşte buradan hareketle ISO 9001 Kalite Yönetim Sistemi, ISO 22000 Gıda Güvenliği Yönetim Sistemi, ISO 14000 Çevre Yönetim Sistemi standardları hazırlandı ve ülkelerin üretim yaparken bu standardlara uygun hareket etmeleri istendi. Böylece bu yönetim sistemleri hayatımıza girdi.
Ancak bugün gelinen noktada ISO 9001 Kalite Yönetim Sisteminin terörü önleyemediği görülmüyor mu? Tabi bu terör olayları da planın başka bir parçası değilse.
23 Ekim 2015 Cuma
Hüseyin, bendendir! Ben'de Hüseyin'denim! Allâh'ı seven Hüseyin'i sever!
Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde doğdu.
Doğduğu zaman babası Hz. Ali, daha önce kardeşine koyduğu gibi O'na da "Harb" ismini koydu. Resullullah Aleyhisselam geldi. "Gösteriniz oğlumu bana! ne isim koydunuz ona?" buyurdu. Babası Hz. Ali "Harb ismini koydum" dedi.
"Hayır! O, Hüseyin'dir!" buyurdu.
Peygamberimiz O'nun ismini koyarken kulağına ezan okudu.
Doğumunun yedinci günü sünnet ettirildi.
Hz. Abbas'ın hanımı Ümmülfadl süt annesi idi.
Peygamberimiz bir gün O'nun ağladığını işitince annesi Hz. Fatma'ya "O'nun ağladığına üzüldüğümü bilmiyormusun?" buyurdu.
Peygamberimiz O'nun hakkında:
"Hasan ve Hüseyin'i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da, bana kin tutmuş olur!"
"Hüseyin, bendendir! Ben'de Hüseyin'denim! Allâh'ı seven Hüseyin'i sever!"
buyurdu.
Muaviye b. Ebi Süfyan Hicretin altmışıncı yılında Receb ayında Şam'da vefat etti. Şamlılar Muaviye'nin oğlu otuz dört yaşındaki Yezid'e biat etti.
Yezid o sırada Medine Valisi olan Velid b. Utbe b. Ebi Süfyan'a "Mektubum sana gelince Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr'i buldur. Onların bana biatını al. Eğer biat etmezlerse, boyunlarını vur! Başlarını bana gönder!" emrini verdi.
Velid b. Utbe, Yezid'e biat etmeleri için Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr'i davet etti. Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr, Yezid'e biat etmeden Medine'den ayrılarak Mekke'ye gitti. Hz. Hüseyin yanında bütün ev halkını da Mekke'ye götürdü.
Küfe'liler Muaviye b. Ebi Süfyan'ın vefat ettiğini, Hz. Hüseyin'in Mekke'ye gittiğini haber alınca "O'nu aldatmayacaklarını, O'nun düşmanları ile çarpışacaklarını, O'nun uğrunda öleceklerini", bir başka rivayette "yanında yüzbin kişi bulunacağını" belirterek Hz. Hüseyin'i Küfe'ye davet ettiler.
Küfeliler bu isteklerini belirten şekilde Hz. Hüseyin'e onlarca mektup gönderdiler.
Hz. Hüseyin, Küfelilere mektup yazarak güvendiği Müslim b. Akil'i onlara göndereceğini, durumu inceleyip kendisine yazacağını bildirdi.
Hz. Hüseyin Müslim b. Akil'i Küfe'ye gönderdi. Küfeliler Müslim b. Akil'in etrafında toplanmaya başladı.
Yezid'in casusları Müslim b. Akil'in Küfe'ye geldiğini Yezid'e bildirdi.
Yezid Hz. Hüseyin' karşı harekete geçeceğine inanmadığı Küfe Valisini azledip o sırada Basra Valisi olan Ubeydullah b. Ziyad'ı Küfe Valisi olarak görevlendirdi.
Müslim b. Akil, Küfe'de, bir rivayete göre on sekiz bin kişinin, diğer bir rivayete göre otuz bin kişinin gizlice Hz. Hüseyin'e biatını aldı.
Müslim b. Akil, Hz. Hüseyin'e mektup yazarak Küfe'lilerin O'nun yanında olduğunu bildirdi.
Müslim b. Akil, Küfe'ye gelen Vali Ubeydullah b. Ziyad'a karşı ayaklandı. Vali'nin etrafında otuz kadar kişi ile vali köşküne sığındığı rivayet edilir. Buna rağmen Vali, halkı Şamdan gelecek ordu ile korkutarak, maddi vaadlerde bulunarak onların Müslim b. Akil'in etrafından dağılmalarını sağladı. Müslim b. Akil'in etrafında sadece otuz kişi kaldı.
Vali'nin adamları Müslim b. Akil'i Küfe'nin bir mahallesinde yakalayıp Vali Ubeydullah b. Ziyad'a getirdiler. Müslim b. Akil, Vali Köşkünün damında boynu vurularak öldürüldü. Vali, Müslim b. Akil'in cesedini sokaklarda çocuklara çektirdi, sonra da astırdı. Başını da Şam'a Yezid'e gönderdi.
Olaylardan habersiz olan Hz. Hüseyin, Müslim b. Akil'in mektubu gelince yol hazırlıklarına başladı. Gitmemesi yönündeki uyarılara aldırmadan Küfe'ye gitmek üzere aile efradıyla birlikte Mekke'den ayrıldı.
Küfe Valisi, Hz. Hüseyin'in Mekke'den Küfe'ye doğru hareket ettiğini haber alınca, dört bin atlı ile Küfe'yi Mekke'ye, Şam ve Basra'ya bağlayan yolları tuttu.Ne kimsenin Küfe'ye girmesine ne de kimsenin Küfe'den çıkmasına izin verilmedi.
Hz. Hüseyin, yolda Küfelilere bir mektup yazarak geldiğini bildirdi. Mektubu götüren Kays b. Müshir-üs Saydani yakalanıp Vali İbn-i Ziyad'a götürüldü. Vali İbn-i Ziyad, Ona Hz. Hüseyin'e ve Hz. Ali'ye lanet okumasını emretti. Kays, Hz. Hüseyin'e ve Hz. Ali'ye salavat okudu, İbn-i Ziyad ile babasına lanet okudu.
Kays, Vali Köşkünün damına çıkarıldı. Kays, Küfelilere Hz. Hüseyin'in gelmekte olduğunu, kendisinin Onun elçisi olduğunu, Onun davetine icabet etmlerini istedi. İbn-i Ziyad Kays'ın köşkün ne yüksek yerinden aşağı atılmasını emretti. Kays aşağı atılarak öldürüldü ve şehit edildi.
Hz. Hüseyin yolda Abdullah b. Muti ile karşılaştı. Abdullah b. Muti, Onu geri dönmesi için ikna etmeye çalıştı ama başaramadı.
Hz. Hüseyin yolda, Küfeli birisinden Müslim b. Akil'in öldürüldüğünü haber aldı ancak yoluna devam etti.
Müslim b. Akil'in vasiyeti üzerine Hz. Hüseyin'e yazdığı mektub elçi tarafından yolda Hz. Hüseyin'e ulaştırıldı. Mektubu okuyunca işittiklerinin doğru olduğuna kanaat getirdi.
Hz. Hüseyin süt kardeşi Abdullah b. Buktur'u da yolda olaylardan haberi olmadan önce Küfe'ye göndermişti. Abdullah b. Buktur'da, Vali İbn-i Ziyad tarafından yakalanıp şehit edildi.
Abdullah b. Buktur'unda şahadet haberi yolda Hz. Hüseyin'e ulaştı. Hz. Hüseyin yanındakilere hitaben;
"Şimdi, bize çok kötü bir haber geldi. Müslim b. Akil, Hani b. Urve ve Abdullah b. Buktur öldürülmüştür. Tarafdarlarımız bizden ayrılmışlar, ilgilerini ve yardımlarını kesmişlerdir. Sizlerden geri dönüp gitmek isteyenler dönsünler, gitsinler. Kendilerine bizden solayı bir vebal ve sorumluluk yoktur." dedi.
Bunun üzerine Medine'den kendisi ile gelen ashabı dışında, yolculuk sırasında uğradığı yerlerde kendisine katılanlar dağılıp gittiler.
Hz. Hüseyin'in oğlu Aliyy-ül Ekber "Babacığım! Sen de geri dön! Çünkü Iraklılar gaddardırlar. Vefaları, sözlerinde durmaları azdır!" dedi.
Zu Husum mevkiinde Hür b. Yezid kumandasında altı bin atlı süvari ile karşılaştılar. Hür b. Yezid kumandasında altı bin atlı süvari, Hz. Hüseyin ve ashabının karşısında yer aldı. Hz. Hüseyin gençlere, süvarilere su vermelerini söyledi. Süvariler gençlerin getirdiği sulardan içtiler.
Süvariler atlarının gölgesinde ve dizginleri ellerinde olduğu halde öğle namazı vaktine kadar oturdular.
Hz. Hüseyin ezan okuttu.
Müezzin kamet getirdi.
Hz. Hüseyin, süvarilerin komutanı Hür b. Yezid'e "Namazı kendi adamlarınla mı kılmak istersin? Yoksa bizimle mi kılarsın?" diye sordu.
Hür b. Yezid "Yok, yok! Sen kılarken, biz de senin namazına uyarak namazımızı kılarız" dedi.
Hz. Hüseyin öne geçip cemaata öğle namazını kıldırdı. Namazını bitirince, yüzünü cemaata çevirdi.
"Ey İnsanlar! Mazeretimi önce Allah'ü Teala'ya, sonra da size arz ederim.
Sizin gönderdiğiniz mektuplarınız, saldığınız elçileriniz bana gelmedikçe, ben buraya çıkıp gelmiş değilim.
Siz: Yanımıza gel! Bizim uyacağımız bir İmam ve Önderimiz yok. Ola ki, Allah, senin sayende, bizleri doğru yolda toplar! dediniz.
Eğer siz bu sözünüz üzerinde duruyorsanız ve bana sağlam and ve tatmin edici sözlerinizden de söz veriyorsanız, sizinle birlikte şehrinize gelirim.
Şayed, siz, böyle yapmazsanız ve şehre gelmemi istemiyorsanzı, sizin yanınızdan ayrılır, geldiğim yere döner giderim!" dedi.
Sustular. Hz. Hüseyin'in sözlerine itiraz etmediler.
Hz. Hüseyin ve ashabı kendi, süvariler kendi yerlerine döndüler.
Aynı durum ikindi namazında da tekrar etti. Hz. Hüseyin ikindi namazından sonra da aynı mihvalde bir konuşma yaptı.
Bunun üzerine Hür b. Yezid mektuplarda haberi olmadığını söyledi. Hz. Hüseyin mektupları getirti. Mektuplar Hür b. Yezid ve süvarilerin önüne serildi. Hür b. Yezid "Biz bu mektupları yazanlardan değiliz. Fakat sana kavuştuğumuz zamandan itibaren, seni, Küfe'de İbn-i Ziyad'a götürünceye kadar senden ayrılmamamız bize emredilmiştir." dedi.
Hz. Hüseyin süvarilere bir konuşma daha yaptı.
Allâh'a (cc) hamd-ü sena da bulunduktan sonra:
"Ey İnsanlar! Resullullah Aleyhisselam buyurmuştur ki: (Kim, zalim bir sultanın, Allâh'ın haram kıldığını helallaştırmak istediğini, Allâh'ın ahdini bozduğunu, Resullullah'ın sünnetine muhalif olarak Allâh'ın kullarına düşmanlık ettiğini ve günah işlediğini görür de, onu, fille veya sözle değiştirmeğe çalışmazsa, Allâh'ın, zalim sultanı sokacağı yere (Cehenneme) onu da, sokması, üzerine düşen bir haktır!"
Onlardan kendine verdikleri biatlarını tamamlamalarını, bunun doğru ve yerinde bir iş olacağını, eğer verdikleri sözün gereğini yapmazlar, ahidlerini bozarlarsa yanlış iş tutmaktan nasiplerini yitirmiş olacaklarını söyledi.
Hz. Hüseyin ashabına da bir konuşma yaparak "Görmüyormusunuz? Hak işlemez, batıl ise, son derece rağbet edilir, üzerine düşülür olmuştur!" dedi.
Hz. Hüseyin arkadaşlarına hazırlanmalarını söylemiş, kalkıp geri dönmek istemiş, ancak Hür b. Yezid izin vermemiştir.
Çıkan tartışma sonrası Hür b. Yezid, "Ben, İbn-i Ziyad'a, sen de Yezid b. Muaviye'ye, istersen İbn-i Ziyad'a istediğini yazıp cevap alıncaya kadar, seni ne Küfe'ye ne de Medine'ye götürmeyecek bir yol tut. Cevap gelinceye kadar o yola devam edelim" dedi. Hz. Hüseyin "Uzeyb yolunu tut, oraya götür!" dedi.
Bunun üzerine Hz. Hüseyin ashabı ve süvariler Uzeyb yoluna devam ettiler.
Nineva denen mevkide İbn-i Ziyad'ın bir elçisi Hür b. Yezid'e gelerek bir mektup getirdi. Mektupda, İbn-i Ziyad, mektubu alınca Hz. Hüseyin ve ashabını oldukları yerde durdurmalarını istiyordu.
Hür, Hz. Hüseyin'i burada durdurma istedi. Ancak onlar karşı çıktılar. Hz. Hüseyin Hür'e "Biraz daha ilerlet te, konalım artık!" dedi.
Kerbela'ya gelince Hür ve adamları, Hz. Hüseyin'in önünde durarak onu ve arkadaşlarını durdurdular.
Hür "İn artık bu yere! Fırat nehri de, yakınındadır!" dedi.
Hz. Hüseyin "Nedir bu yerin ismi?" diye sordu.
"Kerbela" dediler.
Hz. Hüseyin "Üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı yer!"
"Babam, Sıffın'a giderken buraya uğramıştı. Ben de yanında idim. Durdu ve buranın neresi olduğunu sordu. İsmi, kendisine haber verilince "Onların, hayvanlarından aşağı indirilecekleri yer, işte burasıdır! kanlarının döküleceği yer de, işte burasıdır!" dedi.
Bunun ne demek olduğu kendisinden sorulunca da "Muhammed'in Ehl-i Beytinin yükleri, ağırlıkları işte burada indirilecek!" demişti" dedi.
Hz. Hüseyin, Kerbela'da ağırlıkların indirilmesini emretti ve indirildi.
Kerbela'ya, Hicretin altmış birinci yılı Muharrem ayının başında Çarşamba günü gelinip konulmuştu.
Küfe Valisi İbn-i Ziyad, Ömer b. Sa'd'i, dört bin atlı ile Rey Valiliğine görevlendirilme karşılığı Hz. Hüseyin'in üzerine gönderdi.
Hz. Hüseyin, tekrar geldiği yere geri dönmek istedi.
Ömer b. Sa'd Hz. Hüseyin'in bu talebini İbn-i Ziyad'a bildirdi.
İbn-i Ziyad kabul etmedi, Hz. Hüseyin'in beyatını almasını emretti.
İbn-i Ziyad Hz. Hüseyin ve ashabının su ile arasının kesilmesini istedi.
Ömer b. Sa'd Hz. Hüseyin ve ashabının suya ulaşmasına engel oldu.
Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin ile üç dört defa gizlice görüştü.
Hz. Hüseyin Ömer b. Sa'd'a
"- Bırak geldiğim yere döneyim,
- Yezid b. Muaviye ile görüşeyim. Aramızdaki mesele hakkında kararı o versin,
- isterseniz beni müslüman serhadlarından bir serhada gönderin, cihat ile meşgul olayım. Ne ben onlara, ne de onlar bana karışsınlar"
dedi.
Ömer b. Ziyad, İbn-i Ziyad'a yazarak Hz.Hüseyin'in tekliflerini bildirdi.
İbn-i Ziyad önce kabul etti. Ancak Şimr b. Zilcevsen'in kışkırtmasıyla karar değiştirdi ve Ömer b. Sa'd'a:
Hz. Hüseyin ve ashabı boyun eğer ve teslim olurlarsa , onları kendisine göndermesini, şayet kabul etmez ve teslim olmazlarsa onları öldürmesini, azalarını kesip biçmesini emretti.
"Hz. Hüseyin öldürülürse onun gögsünü ve arkasını atlara çiğnet.
Eğer bunu yapmaktan çekinirsen, işimizden leşkerimizin arasından çekil! Biz Şimr'e işimizi buyurmuşuzdur." diye emir gönderdi.
Şimr b. Zilvencen'e de, "Bu yazıyı Ömer b. Sa'd'a götür. Emrimizi yerine getirmezse leşkerin başı sensin. Ömer b. Sa'd'i de öldür" dedi.
Şimr b. Zilvencen İbn-i Ziyad'ın yazısını Ömer b. Sa'd'a götürdü.
Ömer b. Sa'd, İbn-i Ziyad'ın yazısını bir adamı ile Hz. Hüseyin'e gönderdi.
Hz. Hüseyin teklif kabul etmedi.
"Bu yolda ölümden daha ötesi var mı? Öyle ise, hoş geldi, safa geldi ölüm!" dedi.
Ömer b. Sa'd bunu bir yazı ile İbn-i Ziyad'a bildirdi.
İbn-i Ziyad kızdı. Herkesi Hz. Hüseyin ile çarpışmak için Kerbela'ya topladı. Küfelilere bol bol mal verdi. Pek azı hariç Küfelilerin hepsi Kerbala'ya gitti. Gitmeyenlerden boynu vurulanlar oldu.
Küfelilerin Hz. Hüseyin tarafına geçmelerine de engel olmak için tedbirler aldılar.
Eğer Hz. Hüseyin ile çarpışmaktan kaçınırsa öldürüleceğini haber alan Ömer b. Sa'd atına atlayarak birliklere çarpışma için hazırlamaları emrini verdi.
Muharrem ayının dokuzuncu Perşembe günü, Cuma gecesi çarpışmak için hazırlandılar.
Hz. Hüseyin'in yanındaki bazılarına İbn-i Ziyad tarafından eman verilmiş ise de bunların hiçbirisi bunu kabul etmemiş ve Hz. Hüseyin'i terk etmemiştir.
İkindi namazından sonra Ömer b. Sa'd süvarilere atlarına binmelerini emretti. Süvariler Hz. Hüseyin ve ashabının üzerine yürüdüler.
O sırada Hz. Hüseyin çadırının önünde oturmuş, uyukluyordu. Kız kardeşi Hz. Zeynep bir ses işitti ve Hz. Hüseyin'e "Yaklaşan sesleri işitiyormusun?" dedi.
Hz. Hüseyin başını kaldırdı. "Resulullah Aleyhisselam'ı rüyamda gördüm. Bana (Sen bize dönecek, geleceksin!) buyurdu." dedi.
Hz. Hüseyin ertesi güne kadar süre istedi. Kabul edildi.
Hz. Hüseyin ashabını topladı. Askerlerin ertesi gün kendilerine saldıracakları ve düşmanlık yapacaklarını, geceden yararlanarak hepsinin kendisini bırakıp gitmesini istedi.
Hz. Hüseyin'in kardeşleri, oğulları, kardeşlerinin oğulları ve Abdullah b. Cafer'in oğulları
"Biz senden sonraya kalıpta ne yapacağız? Allâh (cc) bize hiç bir zaman göstermesin!" dediler.
Hz. Hüseyin'in yanındaki diğerleri de gitmeyi kabul etmediler.
Ömer b. Sa'd, 10 Muharrem Cuma günü sabah namazından sonra leşkerini harekete geçirdi.
Hz. Hüseyin'de ashabı ile birlikte sabah namazını kıldıktan sonra ashabını savaş nizamına koydu. Yanında otuz iki atlı, kırk piyade vardı.
Hz. Hüseyin Küfelilere son defa hitab etti.
Hür b. Yezid, yaptıklarından pişman olup Hz. Hüseyin tarafına geçti.
Hür daha sonra Küfelilerle ve Ömer b. Sa'd ile konuşarak onları vazgeçirmeye çalıştı.
Küfelilerden otuz kişi Hz. Hüseyin'in getirdiği teklifleri kabul etmedikleri için Küfelilerden ayrılarak Hz. Hüseyin'in tarafına geçti ve ölünceye kadar çarpıştılar.
Ömer b. Sa'd ilk oku atarak leşkerini hücuma geçirdi.
Bundan sonra olanları yazmaya gücüm yetmiyor. Olanların ne kadar vahim olduğunu göstermek için sadece birini yazmak istiyorum. Hz. Hüseyin bir ara kucağında o zaman üç yaşında olan oğlu Abdullah ile otururken Küfeli leşkerlerden biri attığı ok ile küçük Abdullah'ı boğazından vurmuş, Hz. Hüseyin'in avucu kan ile dolmuştur.
O gün Hz. Hüseyin'in ashabından yetmiş iki kişi Kerbela'da şehit edildi. Bunlardan yirmi üçü Hz. Hüseyin'in ev halkı ve akrabaları idi.
Hz. Hüseyin şehit edildiğinde elli yedi yaşına basmıştı.
Hz. Hüseyin şehit olunca bir süre kimse Hz. Hüseyin'in cesedine yaklaşıp başını kesemedi.
Sinan b. Enes, Hz. Hüseyin'in başını kesip gövdesinden ayırdı.
İbn-i Ziyad'ın emrini yerine getirmek için on süvari atlarına binip Hz. Hüseyin'in cesedini atlara çiğnetti.
Hz. Hüseyin'in elbiseleri Küfeli leşkerler tarafından soyuldu.
Birisi ayakkabılarını aldı. Diğeri kılıcını aldı. Biri gömleğini aldı.
Kerbela cinayetine katılanlardan hemen hemen bir hastalığa yakalanmamış kimse kalmamış, çoğuda delirmiştir.
Hz. Hüseyin'i soyduktan sonra Küfe leşkerleri Hz. Hüseyin'in çadırlarını ve eşyalarını yağmaladılar, kadınların elbiselerini zorla çıkartıp aldılar.
Küfe leşkerlerinden seksen sekiz kişi öldürüldü. Ömer b. Sa'd kendi ölülerinin cenaze namazlarını kıldı ve onları defn ettirdi.
Kerbela katliamından Hz. Hüseyin'in hasta olan oğlu Aliyy-ül Asgar ile dört yaşındaki oğlu Ömer'den başka kurtulan olmadı.
Küfe leşkerleri Kerbela'dan çekilip gittikten sonra Gadıriyye köylüleri Kerbela şehitlerini bir günde defn ettiler.
Hz. Hüseyin'in kabrinin yerini belirsiz etmek için Fırat nehrinden kabrinin bulunduğu yere su salındı.
Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in başını Havliy b. Yezid ve Humeyd b. Müslim ile İbn-i Ziyad'a gönderdi. Hz. Hüseyin'in başı Küfe caddelerinde teşhir edildi. Diğer şehidlerin başları da Küfe'ye getirildi.
Hz. Hüseyin ve şehitlerin başları Şam'a Yezid'e gönderildi.
Hz. Hüseyin'in başı bir mızrağa takılıp Şam'da üç gün teşhir edildi.
Hz. Hüseyin'in başının Medine'ye de gönderilip teşhir edildiği de rivayet edilir.
Hz. Hüseyin'in başının gömüldüğü yer hakkında çok değişik rivayetler vardır.
Hz. Hüseyin'in kadınları ve kurtulan oğulları önce Küfe'ye sonra Şam'a Yezid'e gönderildi.
Hz. Hüseyin, bu büyük Aşure gününde şehit edildi ve Yüce Allah'a yürüdü. Sevgili dedesi Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem), babası Hz. Ali'ye kavuştu.
Hz. Hüseyin zulme başkaldırdı.
Hz. Hüseyin, Peygamber torunu olarak zulme başkaldırmasa idi, hiç bir müslüman, zalim idareciler karşısında zulme başkaldırmaya cesaret edemezdi.
Allâh'ın (cc) selamı zulme başkaldıranların efendisi Hz. Hüseyin ve Kerbela'da şehit edilenlerin üzerine olsun.
Allâh'ın (cc) laneti Yezid'e, yardımcılarına ve zalim idarecilerin üzerine olsun.
Dünya menfaati için sözünden dönenlere yazıklar olsun!
Doğduğu zaman babası Hz. Ali, daha önce kardeşine koyduğu gibi O'na da "Harb" ismini koydu. Resullullah Aleyhisselam geldi. "Gösteriniz oğlumu bana! ne isim koydunuz ona?" buyurdu. Babası Hz. Ali "Harb ismini koydum" dedi.
"Hayır! O, Hüseyin'dir!" buyurdu.
Peygamberimiz O'nun ismini koyarken kulağına ezan okudu.
Doğumunun yedinci günü sünnet ettirildi.
Hz. Abbas'ın hanımı Ümmülfadl süt annesi idi.
Peygamberimiz bir gün O'nun ağladığını işitince annesi Hz. Fatma'ya "O'nun ağladığına üzüldüğümü bilmiyormusun?" buyurdu.
Peygamberimiz O'nun hakkında:
"Hasan ve Hüseyin'i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da, bana kin tutmuş olur!"
"Hüseyin, bendendir! Ben'de Hüseyin'denim! Allâh'ı seven Hüseyin'i sever!"
buyurdu.
Muaviye b. Ebi Süfyan Hicretin altmışıncı yılında Receb ayında Şam'da vefat etti. Şamlılar Muaviye'nin oğlu otuz dört yaşındaki Yezid'e biat etti.
Yezid o sırada Medine Valisi olan Velid b. Utbe b. Ebi Süfyan'a "Mektubum sana gelince Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr'i buldur. Onların bana biatını al. Eğer biat etmezlerse, boyunlarını vur! Başlarını bana gönder!" emrini verdi.
Velid b. Utbe, Yezid'e biat etmeleri için Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr'i davet etti. Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr, Yezid'e biat etmeden Medine'den ayrılarak Mekke'ye gitti. Hz. Hüseyin yanında bütün ev halkını da Mekke'ye götürdü.
Küfe'liler Muaviye b. Ebi Süfyan'ın vefat ettiğini, Hz. Hüseyin'in Mekke'ye gittiğini haber alınca "O'nu aldatmayacaklarını, O'nun düşmanları ile çarpışacaklarını, O'nun uğrunda öleceklerini", bir başka rivayette "yanında yüzbin kişi bulunacağını" belirterek Hz. Hüseyin'i Küfe'ye davet ettiler.
Küfeliler bu isteklerini belirten şekilde Hz. Hüseyin'e onlarca mektup gönderdiler.
Hz. Hüseyin, Küfelilere mektup yazarak güvendiği Müslim b. Akil'i onlara göndereceğini, durumu inceleyip kendisine yazacağını bildirdi.
Hz. Hüseyin Müslim b. Akil'i Küfe'ye gönderdi. Küfeliler Müslim b. Akil'in etrafında toplanmaya başladı.
Yezid'in casusları Müslim b. Akil'in Küfe'ye geldiğini Yezid'e bildirdi.
Yezid Hz. Hüseyin' karşı harekete geçeceğine inanmadığı Küfe Valisini azledip o sırada Basra Valisi olan Ubeydullah b. Ziyad'ı Küfe Valisi olarak görevlendirdi.
Müslim b. Akil, Küfe'de, bir rivayete göre on sekiz bin kişinin, diğer bir rivayete göre otuz bin kişinin gizlice Hz. Hüseyin'e biatını aldı.
Müslim b. Akil, Hz. Hüseyin'e mektup yazarak Küfe'lilerin O'nun yanında olduğunu bildirdi.
Müslim b. Akil, Küfe'ye gelen Vali Ubeydullah b. Ziyad'a karşı ayaklandı. Vali'nin etrafında otuz kadar kişi ile vali köşküne sığındığı rivayet edilir. Buna rağmen Vali, halkı Şamdan gelecek ordu ile korkutarak, maddi vaadlerde bulunarak onların Müslim b. Akil'in etrafından dağılmalarını sağladı. Müslim b. Akil'in etrafında sadece otuz kişi kaldı.
Vali'nin adamları Müslim b. Akil'i Küfe'nin bir mahallesinde yakalayıp Vali Ubeydullah b. Ziyad'a getirdiler. Müslim b. Akil, Vali Köşkünün damında boynu vurularak öldürüldü. Vali, Müslim b. Akil'in cesedini sokaklarda çocuklara çektirdi, sonra da astırdı. Başını da Şam'a Yezid'e gönderdi.
Olaylardan habersiz olan Hz. Hüseyin, Müslim b. Akil'in mektubu gelince yol hazırlıklarına başladı. Gitmemesi yönündeki uyarılara aldırmadan Küfe'ye gitmek üzere aile efradıyla birlikte Mekke'den ayrıldı.
Küfe Valisi, Hz. Hüseyin'in Mekke'den Küfe'ye doğru hareket ettiğini haber alınca, dört bin atlı ile Küfe'yi Mekke'ye, Şam ve Basra'ya bağlayan yolları tuttu.Ne kimsenin Küfe'ye girmesine ne de kimsenin Küfe'den çıkmasına izin verilmedi.
Hz. Hüseyin, yolda Küfelilere bir mektup yazarak geldiğini bildirdi. Mektubu götüren Kays b. Müshir-üs Saydani yakalanıp Vali İbn-i Ziyad'a götürüldü. Vali İbn-i Ziyad, Ona Hz. Hüseyin'e ve Hz. Ali'ye lanet okumasını emretti. Kays, Hz. Hüseyin'e ve Hz. Ali'ye salavat okudu, İbn-i Ziyad ile babasına lanet okudu.
Kays, Vali Köşkünün damına çıkarıldı. Kays, Küfelilere Hz. Hüseyin'in gelmekte olduğunu, kendisinin Onun elçisi olduğunu, Onun davetine icabet etmlerini istedi. İbn-i Ziyad Kays'ın köşkün ne yüksek yerinden aşağı atılmasını emretti. Kays aşağı atılarak öldürüldü ve şehit edildi.
Hz. Hüseyin yolda Abdullah b. Muti ile karşılaştı. Abdullah b. Muti, Onu geri dönmesi için ikna etmeye çalıştı ama başaramadı.
Hz. Hüseyin yolda, Küfeli birisinden Müslim b. Akil'in öldürüldüğünü haber aldı ancak yoluna devam etti.
Müslim b. Akil'in vasiyeti üzerine Hz. Hüseyin'e yazdığı mektub elçi tarafından yolda Hz. Hüseyin'e ulaştırıldı. Mektubu okuyunca işittiklerinin doğru olduğuna kanaat getirdi.
Hz. Hüseyin süt kardeşi Abdullah b. Buktur'u da yolda olaylardan haberi olmadan önce Küfe'ye göndermişti. Abdullah b. Buktur'da, Vali İbn-i Ziyad tarafından yakalanıp şehit edildi.
Abdullah b. Buktur'unda şahadet haberi yolda Hz. Hüseyin'e ulaştı. Hz. Hüseyin yanındakilere hitaben;
"Şimdi, bize çok kötü bir haber geldi. Müslim b. Akil, Hani b. Urve ve Abdullah b. Buktur öldürülmüştür. Tarafdarlarımız bizden ayrılmışlar, ilgilerini ve yardımlarını kesmişlerdir. Sizlerden geri dönüp gitmek isteyenler dönsünler, gitsinler. Kendilerine bizden solayı bir vebal ve sorumluluk yoktur." dedi.
Bunun üzerine Medine'den kendisi ile gelen ashabı dışında, yolculuk sırasında uğradığı yerlerde kendisine katılanlar dağılıp gittiler.
Hz. Hüseyin'in oğlu Aliyy-ül Ekber "Babacığım! Sen de geri dön! Çünkü Iraklılar gaddardırlar. Vefaları, sözlerinde durmaları azdır!" dedi.
Zu Husum mevkiinde Hür b. Yezid kumandasında altı bin atlı süvari ile karşılaştılar. Hür b. Yezid kumandasında altı bin atlı süvari, Hz. Hüseyin ve ashabının karşısında yer aldı. Hz. Hüseyin gençlere, süvarilere su vermelerini söyledi. Süvariler gençlerin getirdiği sulardan içtiler.
Süvariler atlarının gölgesinde ve dizginleri ellerinde olduğu halde öğle namazı vaktine kadar oturdular.
Hz. Hüseyin ezan okuttu.
Müezzin kamet getirdi.
Hz. Hüseyin, süvarilerin komutanı Hür b. Yezid'e "Namazı kendi adamlarınla mı kılmak istersin? Yoksa bizimle mi kılarsın?" diye sordu.
Hür b. Yezid "Yok, yok! Sen kılarken, biz de senin namazına uyarak namazımızı kılarız" dedi.
Hz. Hüseyin öne geçip cemaata öğle namazını kıldırdı. Namazını bitirince, yüzünü cemaata çevirdi.
"Ey İnsanlar! Mazeretimi önce Allah'ü Teala'ya, sonra da size arz ederim.
Sizin gönderdiğiniz mektuplarınız, saldığınız elçileriniz bana gelmedikçe, ben buraya çıkıp gelmiş değilim.
Siz: Yanımıza gel! Bizim uyacağımız bir İmam ve Önderimiz yok. Ola ki, Allah, senin sayende, bizleri doğru yolda toplar! dediniz.
Eğer siz bu sözünüz üzerinde duruyorsanız ve bana sağlam and ve tatmin edici sözlerinizden de söz veriyorsanız, sizinle birlikte şehrinize gelirim.
Şayed, siz, böyle yapmazsanız ve şehre gelmemi istemiyorsanzı, sizin yanınızdan ayrılır, geldiğim yere döner giderim!" dedi.
Sustular. Hz. Hüseyin'in sözlerine itiraz etmediler.
Hz. Hüseyin ve ashabı kendi, süvariler kendi yerlerine döndüler.
Aynı durum ikindi namazında da tekrar etti. Hz. Hüseyin ikindi namazından sonra da aynı mihvalde bir konuşma yaptı.
Bunun üzerine Hür b. Yezid mektuplarda haberi olmadığını söyledi. Hz. Hüseyin mektupları getirti. Mektuplar Hür b. Yezid ve süvarilerin önüne serildi. Hür b. Yezid "Biz bu mektupları yazanlardan değiliz. Fakat sana kavuştuğumuz zamandan itibaren, seni, Küfe'de İbn-i Ziyad'a götürünceye kadar senden ayrılmamamız bize emredilmiştir." dedi.
Hz. Hüseyin süvarilere bir konuşma daha yaptı.
Allâh'a (cc) hamd-ü sena da bulunduktan sonra:
"Ey İnsanlar! Resullullah Aleyhisselam buyurmuştur ki: (Kim, zalim bir sultanın, Allâh'ın haram kıldığını helallaştırmak istediğini, Allâh'ın ahdini bozduğunu, Resullullah'ın sünnetine muhalif olarak Allâh'ın kullarına düşmanlık ettiğini ve günah işlediğini görür de, onu, fille veya sözle değiştirmeğe çalışmazsa, Allâh'ın, zalim sultanı sokacağı yere (Cehenneme) onu da, sokması, üzerine düşen bir haktır!"
Onlardan kendine verdikleri biatlarını tamamlamalarını, bunun doğru ve yerinde bir iş olacağını, eğer verdikleri sözün gereğini yapmazlar, ahidlerini bozarlarsa yanlış iş tutmaktan nasiplerini yitirmiş olacaklarını söyledi.
Hz. Hüseyin ashabına da bir konuşma yaparak "Görmüyormusunuz? Hak işlemez, batıl ise, son derece rağbet edilir, üzerine düşülür olmuştur!" dedi.
Hz. Hüseyin arkadaşlarına hazırlanmalarını söylemiş, kalkıp geri dönmek istemiş, ancak Hür b. Yezid izin vermemiştir.
Çıkan tartışma sonrası Hür b. Yezid, "Ben, İbn-i Ziyad'a, sen de Yezid b. Muaviye'ye, istersen İbn-i Ziyad'a istediğini yazıp cevap alıncaya kadar, seni ne Küfe'ye ne de Medine'ye götürmeyecek bir yol tut. Cevap gelinceye kadar o yola devam edelim" dedi. Hz. Hüseyin "Uzeyb yolunu tut, oraya götür!" dedi.
Bunun üzerine Hz. Hüseyin ashabı ve süvariler Uzeyb yoluna devam ettiler.
Nineva denen mevkide İbn-i Ziyad'ın bir elçisi Hür b. Yezid'e gelerek bir mektup getirdi. Mektupda, İbn-i Ziyad, mektubu alınca Hz. Hüseyin ve ashabını oldukları yerde durdurmalarını istiyordu.
Hür, Hz. Hüseyin'i burada durdurma istedi. Ancak onlar karşı çıktılar. Hz. Hüseyin Hür'e "Biraz daha ilerlet te, konalım artık!" dedi.
Kerbela'ya gelince Hür ve adamları, Hz. Hüseyin'in önünde durarak onu ve arkadaşlarını durdurdular.
Hür "İn artık bu yere! Fırat nehri de, yakınındadır!" dedi.
Hz. Hüseyin "Nedir bu yerin ismi?" diye sordu.
"Kerbela" dediler.
Hz. Hüseyin "Üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı yer!"
"Babam, Sıffın'a giderken buraya uğramıştı. Ben de yanında idim. Durdu ve buranın neresi olduğunu sordu. İsmi, kendisine haber verilince "Onların, hayvanlarından aşağı indirilecekleri yer, işte burasıdır! kanlarının döküleceği yer de, işte burasıdır!" dedi.
Bunun ne demek olduğu kendisinden sorulunca da "Muhammed'in Ehl-i Beytinin yükleri, ağırlıkları işte burada indirilecek!" demişti" dedi.
Hz. Hüseyin, Kerbela'da ağırlıkların indirilmesini emretti ve indirildi.
Kerbela'ya, Hicretin altmış birinci yılı Muharrem ayının başında Çarşamba günü gelinip konulmuştu.
Küfe Valisi İbn-i Ziyad, Ömer b. Sa'd'i, dört bin atlı ile Rey Valiliğine görevlendirilme karşılığı Hz. Hüseyin'in üzerine gönderdi.
Hz. Hüseyin, tekrar geldiği yere geri dönmek istedi.
Ömer b. Sa'd Hz. Hüseyin'in bu talebini İbn-i Ziyad'a bildirdi.
İbn-i Ziyad kabul etmedi, Hz. Hüseyin'in beyatını almasını emretti.
İbn-i Ziyad Hz. Hüseyin ve ashabının su ile arasının kesilmesini istedi.
Ömer b. Sa'd Hz. Hüseyin ve ashabının suya ulaşmasına engel oldu.
Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin ile üç dört defa gizlice görüştü.
Hz. Hüseyin Ömer b. Sa'd'a
"- Bırak geldiğim yere döneyim,
- Yezid b. Muaviye ile görüşeyim. Aramızdaki mesele hakkında kararı o versin,
- isterseniz beni müslüman serhadlarından bir serhada gönderin, cihat ile meşgul olayım. Ne ben onlara, ne de onlar bana karışsınlar"
dedi.
Ömer b. Ziyad, İbn-i Ziyad'a yazarak Hz.Hüseyin'in tekliflerini bildirdi.
İbn-i Ziyad önce kabul etti. Ancak Şimr b. Zilcevsen'in kışkırtmasıyla karar değiştirdi ve Ömer b. Sa'd'a:
Hz. Hüseyin ve ashabı boyun eğer ve teslim olurlarsa , onları kendisine göndermesini, şayet kabul etmez ve teslim olmazlarsa onları öldürmesini, azalarını kesip biçmesini emretti.
"Hz. Hüseyin öldürülürse onun gögsünü ve arkasını atlara çiğnet.
Eğer bunu yapmaktan çekinirsen, işimizden leşkerimizin arasından çekil! Biz Şimr'e işimizi buyurmuşuzdur." diye emir gönderdi.
Şimr b. Zilvencen'e de, "Bu yazıyı Ömer b. Sa'd'a götür. Emrimizi yerine getirmezse leşkerin başı sensin. Ömer b. Sa'd'i de öldür" dedi.
Şimr b. Zilvencen İbn-i Ziyad'ın yazısını Ömer b. Sa'd'a götürdü.
Ömer b. Sa'd, İbn-i Ziyad'ın yazısını bir adamı ile Hz. Hüseyin'e gönderdi.
Hz. Hüseyin teklif kabul etmedi.
"Bu yolda ölümden daha ötesi var mı? Öyle ise, hoş geldi, safa geldi ölüm!" dedi.
Ömer b. Sa'd bunu bir yazı ile İbn-i Ziyad'a bildirdi.
İbn-i Ziyad kızdı. Herkesi Hz. Hüseyin ile çarpışmak için Kerbela'ya topladı. Küfelilere bol bol mal verdi. Pek azı hariç Küfelilerin hepsi Kerbala'ya gitti. Gitmeyenlerden boynu vurulanlar oldu.
Küfelilerin Hz. Hüseyin tarafına geçmelerine de engel olmak için tedbirler aldılar.
Eğer Hz. Hüseyin ile çarpışmaktan kaçınırsa öldürüleceğini haber alan Ömer b. Sa'd atına atlayarak birliklere çarpışma için hazırlamaları emrini verdi.
Muharrem ayının dokuzuncu Perşembe günü, Cuma gecesi çarpışmak için hazırlandılar.
Hz. Hüseyin'in yanındaki bazılarına İbn-i Ziyad tarafından eman verilmiş ise de bunların hiçbirisi bunu kabul etmemiş ve Hz. Hüseyin'i terk etmemiştir.
İkindi namazından sonra Ömer b. Sa'd süvarilere atlarına binmelerini emretti. Süvariler Hz. Hüseyin ve ashabının üzerine yürüdüler.
O sırada Hz. Hüseyin çadırının önünde oturmuş, uyukluyordu. Kız kardeşi Hz. Zeynep bir ses işitti ve Hz. Hüseyin'e "Yaklaşan sesleri işitiyormusun?" dedi.
Hz. Hüseyin başını kaldırdı. "Resulullah Aleyhisselam'ı rüyamda gördüm. Bana (Sen bize dönecek, geleceksin!) buyurdu." dedi.
Hz. Hüseyin ertesi güne kadar süre istedi. Kabul edildi.
Hz. Hüseyin ashabını topladı. Askerlerin ertesi gün kendilerine saldıracakları ve düşmanlık yapacaklarını, geceden yararlanarak hepsinin kendisini bırakıp gitmesini istedi.
Hz. Hüseyin'in kardeşleri, oğulları, kardeşlerinin oğulları ve Abdullah b. Cafer'in oğulları
"Biz senden sonraya kalıpta ne yapacağız? Allâh (cc) bize hiç bir zaman göstermesin!" dediler.
Hz. Hüseyin'in yanındaki diğerleri de gitmeyi kabul etmediler.
Ömer b. Sa'd, 10 Muharrem Cuma günü sabah namazından sonra leşkerini harekete geçirdi.
Hz. Hüseyin'de ashabı ile birlikte sabah namazını kıldıktan sonra ashabını savaş nizamına koydu. Yanında otuz iki atlı, kırk piyade vardı.
Hz. Hüseyin Küfelilere son defa hitab etti.
"Ey Allâh'ım! Iraklılar, beni aldattılar, bana hile ettiler. Kardeşime yaptıklarını bana da yaptılar.
Ey Allâh'ım! Onların işlerini boz, dağıt! Hepsini birer birer topla yok et!"diyerek sözünü bitirdi.
Hür b. Yezid, yaptıklarından pişman olup Hz. Hüseyin tarafına geçti.
Hür daha sonra Küfelilerle ve Ömer b. Sa'd ile konuşarak onları vazgeçirmeye çalıştı.
Küfelilerden otuz kişi Hz. Hüseyin'in getirdiği teklifleri kabul etmedikleri için Küfelilerden ayrılarak Hz. Hüseyin'in tarafına geçti ve ölünceye kadar çarpıştılar.
Ömer b. Sa'd ilk oku atarak leşkerini hücuma geçirdi.
Bundan sonra olanları yazmaya gücüm yetmiyor. Olanların ne kadar vahim olduğunu göstermek için sadece birini yazmak istiyorum. Hz. Hüseyin bir ara kucağında o zaman üç yaşında olan oğlu Abdullah ile otururken Küfeli leşkerlerden biri attığı ok ile küçük Abdullah'ı boğazından vurmuş, Hz. Hüseyin'in avucu kan ile dolmuştur.
O gün Hz. Hüseyin'in ashabından yetmiş iki kişi Kerbela'da şehit edildi. Bunlardan yirmi üçü Hz. Hüseyin'in ev halkı ve akrabaları idi.
Hz. Hüseyin şehit edildiğinde elli yedi yaşına basmıştı.
Hz. Hüseyin şehit olunca bir süre kimse Hz. Hüseyin'in cesedine yaklaşıp başını kesemedi.
Sinan b. Enes, Hz. Hüseyin'in başını kesip gövdesinden ayırdı.
İbn-i Ziyad'ın emrini yerine getirmek için on süvari atlarına binip Hz. Hüseyin'in cesedini atlara çiğnetti.
Hz. Hüseyin'in elbiseleri Küfeli leşkerler tarafından soyuldu.
Birisi ayakkabılarını aldı. Diğeri kılıcını aldı. Biri gömleğini aldı.
Kerbela cinayetine katılanlardan hemen hemen bir hastalığa yakalanmamış kimse kalmamış, çoğuda delirmiştir.
Hz. Hüseyin'i soyduktan sonra Küfe leşkerleri Hz. Hüseyin'in çadırlarını ve eşyalarını yağmaladılar, kadınların elbiselerini zorla çıkartıp aldılar.
Küfe leşkerlerinden seksen sekiz kişi öldürüldü. Ömer b. Sa'd kendi ölülerinin cenaze namazlarını kıldı ve onları defn ettirdi.
Kerbela katliamından Hz. Hüseyin'in hasta olan oğlu Aliyy-ül Asgar ile dört yaşındaki oğlu Ömer'den başka kurtulan olmadı.
Küfe leşkerleri Kerbela'dan çekilip gittikten sonra Gadıriyye köylüleri Kerbela şehitlerini bir günde defn ettiler.
Hz. Hüseyin'in kabrinin yerini belirsiz etmek için Fırat nehrinden kabrinin bulunduğu yere su salındı.
Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in başını Havliy b. Yezid ve Humeyd b. Müslim ile İbn-i Ziyad'a gönderdi. Hz. Hüseyin'in başı Küfe caddelerinde teşhir edildi. Diğer şehidlerin başları da Küfe'ye getirildi.
Hz. Hüseyin ve şehitlerin başları Şam'a Yezid'e gönderildi.
Hz. Hüseyin'in başı bir mızrağa takılıp Şam'da üç gün teşhir edildi.
Hz. Hüseyin'in başının Medine'ye de gönderilip teşhir edildiği de rivayet edilir.
Hz. Hüseyin'in başının gömüldüğü yer hakkında çok değişik rivayetler vardır.
Hz. Hüseyin'in kadınları ve kurtulan oğulları önce Küfe'ye sonra Şam'a Yezid'e gönderildi.
Hz. Hüseyin, bu büyük Aşure gününde şehit edildi ve Yüce Allah'a yürüdü. Sevgili dedesi Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem), babası Hz. Ali'ye kavuştu.
Hz. Hüseyin zulme başkaldırdı.
Hz. Hüseyin, Peygamber torunu olarak zulme başkaldırmasa idi, hiç bir müslüman, zalim idareciler karşısında zulme başkaldırmaya cesaret edemezdi.
Allâh'ın (cc) selamı zulme başkaldıranların efendisi Hz. Hüseyin ve Kerbela'da şehit edilenlerin üzerine olsun.
Allâh'ın (cc) laneti Yezid'e, yardımcılarına ve zalim idarecilerin üzerine olsun.
Dünya menfaati için sözünden dönenlere yazıklar olsun!
6 Ekim 2015 Salı
Hata
Rus MIG-29 savaş uçakları son iki günde iki defa sınırlarımızı ihlal etti. Bir MIG-29 savaş uçağı iki Türk F-16 savaş uçağına kilitlendi. Türkiye Rusya'ya nota verdi. NATO, Rusya'nın ihlali kabul edilemez açıklaması yaptı. Rusya navigasyon hatası dedi. Sınır ihlali navigasyon hatası olabilir de Rus savaş uçağının iki Türk F-16'sına kilitlenmesi de mi navigasyon hatası anlamadım ama bu olay bana daha öncede yazdığım başka bir olayı hatırlattı.
Bundan 23 yıl önce, 2 Ekim 1992 tarihinde Deniz Kuvvetlerimiz bünyesindeki TCG Muavenet (DM-357) muhribi Ege Denizi'nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden atılan 2 Sea Sparrow füzesiyle vuruldu. Bu olayda gemi komutanı Kurmay Yarbay Levent Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Tesis Astsubayı Serkan Aktepe, İkmal Çavuşu Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak olmak üzere beş askerimiz hayatını kaybetti ve 22 askerimiz de yaralandı.
ABD bu olayın kaza olduğunu açıkladı. Ancak kaza açıklaması "Saratoga mürettebatının iki atışının da tam isabet kaydetmesi; "Sea Sparrow" füzelerinin ateşlenebilmesi için 6 ayrı karara ihtiyaç olması, ayrıca bu işlemlerin ayrı ayrı odalarda bulunan personel tarafından yapılmakta olması" nedeniyle füzelerin peşpeşe kazayla ateşlenmesi kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmadı. ABD, Türkiye'ye mesajını muhribimizi vurarak vermişti. Kuzey Irak'ta askerlerimizin başına çuval geçirerek verdiği gibi.
Bence bu Rus savaş uçaklarınında sınır ihlali ve savaş uçaklarımıza kilitlenmesi de hata falan değil açıkça bir siyasi mesaj.
Rusya'nın bu sınır ihlalleri hakkında Başbakan Ahmet Davutoğlu katıldığı bir televizyon programında "Bir daha olursa vururuz" diye açıklama yaptı. Vururuz vurmasına da Türkiye'nin enerjide daha doğrusu doğalgazda Rusya'ya ne kadar bağımlı olduğumnu unutmayalım. Türkiye doğalgazının %60 dan fazlasını Rusya'dan alıyor. Sadece doğalgaz da değil petrolinde %35 den fazlasını Rusyadan alıyoruz. Vururuz demek kolay ama vurmak o kadar kolay mı pek emin değilim.
Geçen günlerde ABD Başkanı Barak Obama ve Rusya Devlet Başkanı Viladimir Putin'in aşağıdaki resmini de görünce Allah (cc) ülkemizi ve bölge ülkelerini korusun diyorum.
Bundan 23 yıl önce, 2 Ekim 1992 tarihinde Deniz Kuvvetlerimiz bünyesindeki TCG Muavenet (DM-357) muhribi Ege Denizi'nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden atılan 2 Sea Sparrow füzesiyle vuruldu. Bu olayda gemi komutanı Kurmay Yarbay Levent Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Tesis Astsubayı Serkan Aktepe, İkmal Çavuşu Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak olmak üzere beş askerimiz hayatını kaybetti ve 22 askerimiz de yaralandı.
ABD bu olayın kaza olduğunu açıkladı. Ancak kaza açıklaması "Saratoga mürettebatının iki atışının da tam isabet kaydetmesi; "Sea Sparrow" füzelerinin ateşlenebilmesi için 6 ayrı karara ihtiyaç olması, ayrıca bu işlemlerin ayrı ayrı odalarda bulunan personel tarafından yapılmakta olması" nedeniyle füzelerin peşpeşe kazayla ateşlenmesi kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmadı. ABD, Türkiye'ye mesajını muhribimizi vurarak vermişti. Kuzey Irak'ta askerlerimizin başına çuval geçirerek verdiği gibi.
Bence bu Rus savaş uçaklarınında sınır ihlali ve savaş uçaklarımıza kilitlenmesi de hata falan değil açıkça bir siyasi mesaj.
Rusya'nın bu sınır ihlalleri hakkında Başbakan Ahmet Davutoğlu katıldığı bir televizyon programında "Bir daha olursa vururuz" diye açıklama yaptı. Vururuz vurmasına da Türkiye'nin enerjide daha doğrusu doğalgazda Rusya'ya ne kadar bağımlı olduğumnu unutmayalım. Türkiye doğalgazının %60 dan fazlasını Rusya'dan alıyor. Sadece doğalgaz da değil petrolinde %35 den fazlasını Rusyadan alıyoruz. Vururuz demek kolay ama vurmak o kadar kolay mı pek emin değilim.
Geçen günlerde ABD Başkanı Barak Obama ve Rusya Devlet Başkanı Viladimir Putin'in aşağıdaki resmini de görünce Allah (cc) ülkemizi ve bölge ülkelerini korusun diyorum.
2 Ekim 2015 Cuma
Filistin
![]() |
Filistin Bayrağı |
Filistin şu anda BM'de "Üye olmayan gözlemci devlet" statüsünde yer alıyor. Filistin'in bayrağı 10 Eylül'de BM Genel Kurulu'nda kabul edilen karar uyarınca göndere çekildi. Filistin'in BM'ye üye olması için BM Güvenlik Konseyi kararı gerekiyor. 193 üyeli BM Genel Kurulu'nda yaklaşık 130 ülke (!) Filistin'e destek verirken BM Güvenlik Konseyi'nde ABD'nin İsrail'i her koşulda desteklemesi nedeniyle bu karar alınamıyor. Yani 130 üye ülkenin ABD, aslında İsrail kadar etkisinin olmadığı bir teşkilat BM. Herneyse benim asıl değinmek istediğim BM'de ki bu adaletsiz yapı değil.
BM'de göndere çekilen Filistin bayrağı en üstte bir siyah, onun altında bir beyaz, en altta da bir yeşil şerit ve bayrağın sol tarafında bir kırmızı üçgenden oluşuyor. Siyah şerit Abbasileri, beyaz şerit Şii Fatımi Devletini, yeşil şerit Emevileri temsil ediyor. Kırmızı üçgen nedir derseniz, o da Osmanlıdan bağımsızlığını kazanmak için yapılan mücadelede ölenlerin kanlarını temsil ediyor. Kaderin cilvesine bakın. Osmanlıdan bağımsızlığını kazanmak için yapılan mücadelede ölenlerin kanlarını bayrağına işlemiş olan Filistinlerin, BM'de bayrak göstermesi için, en büyük desteği Osmanlıların torunları olan Türkiye veriyor. Unutmadan Filistin bayrağı Katolik Hıristiyan İngiliz diplomat Sir Mark Sykes tarafından Osmanlıya karşı ayaklanan Araplar için çizilmiştir.
Filistinlilere hayırlı olsun. Tam üye statüsünde BM'de bayrak gösteren İslam ülkeleri bugüne kadar ne yapabildiler ki "Üye olmayan gözlemci devlet" statüsünde yer alan Filistin bayrak göstererek ne yapabilecek zaman gösterecek (!).
19 Eylül 2015 Cumartesi
Tünel
Eskiden cezaevlerinden kaçmak için kazılan tünelleri duyardık. Bosna Savaşı yıllarında Sırp askerlerinin kuşatması altındaki Bosna'nın başkenti Saraybosna'ya ulaşım amacıyla açılan tüneli sıkça duyduk. Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı, kendisini her zaman rahmet ile andığım Aliya İzzetbegoviç bile Saraybosna'ya gitmek için bu tüneli kullanıyordu.
İlerleyen yıllarda İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargoyu delmek için Filistin'lilerin Gazze ile Mısır'ın Kuzey Sina bölgesi arasında açtıkları tüneller haber olmaya başladı.
Gazze'deki Filistinlilerin dünyaya açılan tek kapısı olan bu tüneller Gazzeliler için hayati öneme sahip. Bu tünellerden neler geçirilmiyor ki. Gıda maddeleri, ilaç, yakıt, her türlü tüketim maddeleri, canlı hayvan, inşaat malzemeleri. Hatta otomobil bile bu tünellerden Gazze'ye geçiriliyor. Bu tüneller ortalama 700-1500m uzunluğunda. Bir tünelin açılmasının maliyeti 70,000 dolar civarında. Tünellerin Filistin tarafından 1200 civarında girişi var. Bu tüneller karşı tarafta 350-400 civarında tünelle noktalanıyor. Bu tüneller birkaç aile tarafından kontrol ediliyor. Bu tüneller aynı zamanda birileri için büyük bir kazanç kapısı. Örnek vermek gerekirse bu tünellerden bir otomobilin Gazze'ye geçirilmesi için ödenen ücret 500 dolar civarında. 2011 yılında bu tünellerden 13,000 araç Gazze'ye geçirilmiş. Tünellerde yılda 200 civarında Filistinli ölüyor. Hamas'ın gelirlerinin %10-15'i bu tünellerden elde ediliyor. Tünellerin günlük geliri 170,000 dolardan fazla.
Bu tüneller Saraybosna'da olduğu gibi Gazze'de de müslümanların nefes almasını sağlıyor. İsrail bu tünelleri imha etmek için saldırılar yapıyor. İsrail'in yaptığında hayret edecek birşey yok. Ama Mısır'ın yeni diktatörü de bu tünelleri kapatmaya çalışıyor. Bugünkü basında Mısır'ın bu tünellere deniz suyu doldurmaya başladığı haberleri yer alıyor. Ben diyecek bir söz bulamıyorum.
![]() |
Saraybosna'daki Umut Tüneli |
![]() |
Saraybosna'daki Umut Tüneli Girişi (Bugün müze olarak kullanılmaktadır) |
İlerleyen yıllarda İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargoyu delmek için Filistin'lilerin Gazze ile Mısır'ın Kuzey Sina bölgesi arasında açtıkları tüneller haber olmaya başladı.
Gazze'deki Filistinlilerin dünyaya açılan tek kapısı olan bu tüneller Gazzeliler için hayati öneme sahip. Bu tünellerden neler geçirilmiyor ki. Gıda maddeleri, ilaç, yakıt, her türlü tüketim maddeleri, canlı hayvan, inşaat malzemeleri. Hatta otomobil bile bu tünellerden Gazze'ye geçiriliyor. Bu tüneller ortalama 700-1500m uzunluğunda. Bir tünelin açılmasının maliyeti 70,000 dolar civarında. Tünellerin Filistin tarafından 1200 civarında girişi var. Bu tüneller karşı tarafta 350-400 civarında tünelle noktalanıyor. Bu tüneller birkaç aile tarafından kontrol ediliyor. Bu tüneller aynı zamanda birileri için büyük bir kazanç kapısı. Örnek vermek gerekirse bu tünellerden bir otomobilin Gazze'ye geçirilmesi için ödenen ücret 500 dolar civarında. 2011 yılında bu tünellerden 13,000 araç Gazze'ye geçirilmiş. Tünellerde yılda 200 civarında Filistinli ölüyor. Hamas'ın gelirlerinin %10-15'i bu tünellerden elde ediliyor. Tünellerin günlük geliri 170,000 dolardan fazla.
Bu tüneller Saraybosna'da olduğu gibi Gazze'de de müslümanların nefes almasını sağlıyor. İsrail bu tünelleri imha etmek için saldırılar yapıyor. İsrail'in yaptığında hayret edecek birşey yok. Ama Mısır'ın yeni diktatörü de bu tünelleri kapatmaya çalışıyor. Bugünkü basında Mısır'ın bu tünellere deniz suyu doldurmaya başladığı haberleri yer alıyor. Ben diyecek bir söz bulamıyorum.
![]() |
Gazze tünellerinden birini tesbit eden İsaril askeri |
![]() |
Milli Gazete 19 Eylül 2015 |
15 Eylül 2015 Salı
Dağlıca Türküsü
Sana sıkılan kurşun
Ciğerime saplanır
Bilmem bu acı nasıl
Yüreğimde saklanır
Can verdiğin bayrağın
Tabutuna sarılmış
Sana yüce yaradan
Cennetten yer ayırmış
Şehidim rahat uyu
Biz bekleriz vatanı
Bu millet affeder mi
Sana kurşun atanı
Can verdiğin bayrağın
Tabutuna sarılmış
Sana yüce yaradan
Cennetten yer ayırmış
Melekler seni bekler
Hasretle gökyüzünde
Sen her şeye değersin
Milletin gözünde
Can verdiğin bayrağın
Tabutuna sarılmış
Sana yüce yaradan
Cennetten yer ayırmış
(1) Jandarma Genel Komutanlığı Bandosu'nun Dağlıca’da terör örgütü PKK’nın saldırısıyla şehit olan 16 asker için yazdığı türküdür.
12 Eylül 2015 Cumartesi
Vinçler Altında İbadet
Dün Kabe'de Mekke'yi Amerika'nın Manhattan bölgesine çevirme projesinde çalışan vinçlerden birisi yıkıldı ve ilk bilgilere göre 100 den fazla hacı adayı hayatını kaybetti. Bu sayının birkaç misli hacı adayı da yaralandı.
Bugünkü gazetelerde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in "Bu büyük ibadetin vinçlerin gölgesinden kurtulması, İslam dünyası olarak temennimiz" şeklinde bir demecini gördüm.
Bu kutsal mekanlar İslam aleminin ortak değerlerdir. Bu mekanlarda Suudi yönetiminin rant için keyfi uygulamalarına izin verilemez verilmemelidir. Ancak İslam alemi ve Türkiye maalesef bu konuda çok sessiz. Batının en lüks markaları Kutsal Kabe'nin dibindeki Zemzem Tower'daki mağazalarda müşteri bekliyor. Mekke'nin bu durumu kalbimi sızlatıyor. Daha önce de yazdım (1). Mekke ve Kabe'deki bu çirkinlik abidesi yapılaşmalar bir an önce durdurulmalı. Dünkü vinç hacıların üzerine düşmüş. Bu şekilde devam ederse başka bir vinçde Kutsal Kabe'nin üzerine düşüp yıkımına sebep olabilir ve hiç bir müslüman yarın büyük hesap gününde Allah'ın (cc) huzurunda Kabe'yi yıkmanın veya buna seyirci kalmanın hesabını veremez.
Sayın Görmez, İslam aleminde en büyük müslüman ülkelerden birinin Diyanet İşleri Başkanı olarak bu konuda şimdiye kadar bir uyarıda bulundu mu acaba merak ediyorum. Sahiden bu yapılaşmayı eğer İsrail yapmış olsaydı İslam alemindeki tepkiler nasıl olurdu acaba. İsrail'in Kudüs'te yaptığı çalışmalarda sesini çıkaran İslam alemi, çok daha kötüsünü Kutsal Mekke ve Medine'de yapan Suudilere neden sessiz kalıyor? Bu da sorumu şimdi dediğinizi duyar gibiyim. Suudiler baş tacımız (!)
(1) http://zaferzog.blogspot.com.tr/2014/02/mekke-ve-kabe.html
![]() |
Manhattan (New York) |
![]() |
Mekke |
Bugünkü gazetelerde Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in "Bu büyük ibadetin vinçlerin gölgesinden kurtulması, İslam dünyası olarak temennimiz" şeklinde bir demecini gördüm.
Bu kutsal mekanlar İslam aleminin ortak değerlerdir. Bu mekanlarda Suudi yönetiminin rant için keyfi uygulamalarına izin verilemez verilmemelidir. Ancak İslam alemi ve Türkiye maalesef bu konuda çok sessiz. Batının en lüks markaları Kutsal Kabe'nin dibindeki Zemzem Tower'daki mağazalarda müşteri bekliyor. Mekke'nin bu durumu kalbimi sızlatıyor. Daha önce de yazdım (1). Mekke ve Kabe'deki bu çirkinlik abidesi yapılaşmalar bir an önce durdurulmalı. Dünkü vinç hacıların üzerine düşmüş. Bu şekilde devam ederse başka bir vinçde Kutsal Kabe'nin üzerine düşüp yıkımına sebep olabilir ve hiç bir müslüman yarın büyük hesap gününde Allah'ın (cc) huzurunda Kabe'yi yıkmanın veya buna seyirci kalmanın hesabını veremez.
Sayın Görmez, İslam aleminde en büyük müslüman ülkelerden birinin Diyanet İşleri Başkanı olarak bu konuda şimdiye kadar bir uyarıda bulundu mu acaba merak ediyorum. Sahiden bu yapılaşmayı eğer İsrail yapmış olsaydı İslam alemindeki tepkiler nasıl olurdu acaba. İsrail'in Kudüs'te yaptığı çalışmalarda sesini çıkaran İslam alemi, çok daha kötüsünü Kutsal Mekke ve Medine'de yapan Suudilere neden sessiz kalıyor? Bu da sorumu şimdi dediğinizi duyar gibiyim. Suudiler baş tacımız (!)
(1) http://zaferzog.blogspot.com.tr/2014/02/mekke-ve-kabe.html
16 Ağustos 2015 Pazar
6ncı Yıl
![]() |
Bartholomeos ayinde |
Çünkü, İstanbul'un Fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet 15 Ağustos 1461'de, 257 yıldan beri Trabzon'da saltanat süren Trabzon Bizans Comnenus hanedanını yok etmiştir. Onun için 15 Ağustos tarihinde Trabzon Sümela manastırında bu ayin düzenlenir. Patrik bu kadar zahmete girip bu ayine katılır. Amaç Trabzon Bizans Devletini diriltmektir.
Osmanlı'yı dilinden düşürmeyen bir iktidarda bu ayinlere izin vermiştir ve cennet mekan Fatih Sultan Mehmet'in kemiklerini mezarında sızlatmakta beis görmemektedir.
Burada, büyük veli Sarı Saltuk'u hatırlamadan geçemeyeceğim. 1260'lı yıllarda kendi doğdukları topraklardan 10 binlerce kilometre uzaktaki Karadeniz kıyılarına ve Dobruca civarlarına gelerek yerleşen Sarı Saltuk ve beraberinde 12000 çadır Türkmen, İ'lâ-yı Kelimetullah için yani Allah'ın adını yüceltmek için mücadele etmişler, insanları İslam'a çağırmışlardır. Rumeli topraklarında ilk İslâm tohumlarının yeşermeye başlaması bu yüce ruhlu alperenler sayesindedir. Sarı Saltuk ayrı bir makale konusudur.
Sarı Saltuk vefatında kendisi için oniki tabut hazırlanmasını vasiyet eder. Adamları Sarı Saltuk'u yıkayıp kefenledikten sonra, evinin yanına getirirler. On bir tabut daha hazırlanır. Çünkü Sarı Saltuk, ölümünden sonra on iki yerde makamının olacağını kendilerine söylemiştir. Çevredeki bey ve sultanlara bir tabut verilir. Tabutu alan, Saltuk'un cesedinin kendisinde olduğunu görür ve ülkesine dönerek cenazeyi defneder.
Saltuknâme'ye göre, Sarı Saltuk'un tabutunu alarak ülkesine götüren sultan ve beyler şunlardır: Tatar Hanı, Eflâk, Boğdan, Rus, Üngürûs (Macar), Leh (Polonya), Çeh (Çek), Bosin (Bosna), Beravati (Hırvat), Karnata. Babadağ'a ve Edirne'ye gömülen tabutlarla mezar sayısı on ikiye ulaşmaktadır.12 Sarı Saltuk'un defni ile alâkalı olarak, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde, Hacim Sultan ve Hacı Bektaş velâyetnâmelerinde onun için birden çok tabutunun hazırlandığı, küçük farklılıklarla da olsa, benzer şekilde anlatılmaktadır.
Balkanların farklı noktalarında Sarı Saltuk'un türbeleri, o yöre insanları için, önemli bir ziyaret mekânı olma özelliğini hâlâ korumaktadır.
Sarı Saltuk'un bu türbeleri o toprakların müslümanlara ve Türklere ait olduğunu gösteren tapulardır.
Fakat ne gaflettir ki aynı düşünceyle Sümela'da ayin düzenleyerek Trabzon, Maçka, Sümela, Karadeniz bizimdir demek isteyenlere izin verilmektedir. Ülkemizde ki milyonlarda bundan bi haberdir. Zaten onlar neyin farkıdadırlar ki.
28 Temmuz 2015 Salı
Hariciler
İslam'da siyasi mezhepleri "İhtilaf" başlıklı yazıma konu etmiştim.
Kimin halife olacağı konusundan hareketle çıkan ihtilafların bir sonucu olarak ortaya çıkan fitne giderek büyümüş ve neticede Hz. Osman (ra) şehid edilmiştir.
Daha sonra Hz. Ali (ra) döneminde fitne kapıları sonuna kadar açılmış, siyasi sahada köklü ihtilaflar ortaya çıkmış ve bu sahada çeşitli mezhepler türemiştir. Her ne kadar Şii'ler Şii'liğin kökeninin Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'ın vefatına dayandığını söylerlerse de "Şii" mezhebi de bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Hz. Ali (ra) döneminde devam eden bu fitnenin sonucu olarak "Harici" mezhebi ortaya çıkmıştır. Hariciler, Hz. Ali (ra) ile Muaviye arasındaki Sıffin Savaşından sonra Hz. Ali'nin (ra) meseleyi hakem vasıtasıyla halletme fikrini kabul etmesi üzerine Hz. Ali'nin (ra9 ordusundan ayrılanlardır. Önce Hz. Ali'yi (ra) hakem işini kabul etmeye zorlamış olmalarına rağmen, Hz. Ali (ra) hakem işini kabul edip uygulayınca ve işin içine hile karıştığı anlaşılınca Hz. Ali (ra) ile savaşa girişmişler ve hatta Hz. Ali'nin (ra) hakem olayını kabul ederek küfre girdiğini iddia etmişlerdir.
Hakem olayını kabul eden herkesi küfre girmekle itham etmişlerdir. Hz. Ali'ye (ra) karşı ayaklanmışlar ve onunla savaşmışlardır. Hz. Ali zamanında ve daha sonraki devirlerde müslümanların çoğunu kafir saymışlardır. Emeviler devrinde çok güçlenmişler ve birçok Emevi valisini öldürmüşlerdir.
Hariciler'e göre; hiç bir aile veya kabile hilafet konusunda diğerinden üstün değildir. Halifeyi müslümanlar tam bir hürriyet içerisinde seçerler. Halife adaletten ayrılırsa onu azletmek ve öldürmek vacip olur. Büyük günah işleyenler kafir olur. Kendilerine muhalefet edenler kafir ilan edilmiştir.
Hariciler'de birçok fırkaya ayrılmıştır. En aşırı Harici fırkası olan Ezrakiler'e göre çocuk, kadın ve ihtiyar kimseler olsa bile kendilerine muhalefet edenlerin öldürülmesi caizdir.
Hz. Ali, Haricilere karşı buyurmuşlar ki:
Hz. Osman'ın hilafeti zamanında başlayıp Hz. Ali'nin hilafeti zamanında zirve noktasına çıkan bu ihtilaflar sonucunda bu dönem birbirine zıt "Şii" ve "Harici" olarak adlandırılan iki mezhebin ortaya çıkışıyla sona ermişse de bu iki mezhebin arasında orta yolu tutan ve itidalli davranan tarihin "Ehl-i sünnet ve'l Cemaat" olarak adlandırdığı bir mezhep de ortaya çıkmıştır.
Bugün İslam alemi "Ehl-i sünnet ve'l Cemaat", "Şii" ve "Hariciler" olarak üç büyük gruba ayrılmıştır. Bunlardan Şii ve Hariciler arasında da birçok grub mevcuttur.
Kimin halife olacağı konusundan hareketle çıkan ihtilafların bir sonucu olarak ortaya çıkan fitne giderek büyümüş ve neticede Hz. Osman (ra) şehid edilmiştir.
Daha sonra Hz. Ali (ra) döneminde fitne kapıları sonuna kadar açılmış, siyasi sahada köklü ihtilaflar ortaya çıkmış ve bu sahada çeşitli mezhepler türemiştir. Her ne kadar Şii'ler Şii'liğin kökeninin Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'ın vefatına dayandığını söylerlerse de "Şii" mezhebi de bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Hz. Ali (ra) döneminde devam eden bu fitnenin sonucu olarak "Harici" mezhebi ortaya çıkmıştır. Hariciler, Hz. Ali (ra) ile Muaviye arasındaki Sıffin Savaşından sonra Hz. Ali'nin (ra) meseleyi hakem vasıtasıyla halletme fikrini kabul etmesi üzerine Hz. Ali'nin (ra9 ordusundan ayrılanlardır. Önce Hz. Ali'yi (ra) hakem işini kabul etmeye zorlamış olmalarına rağmen, Hz. Ali (ra) hakem işini kabul edip uygulayınca ve işin içine hile karıştığı anlaşılınca Hz. Ali (ra) ile savaşa girişmişler ve hatta Hz. Ali'nin (ra) hakem olayını kabul ederek küfre girdiğini iddia etmişlerdir.
Hakem olayını kabul eden herkesi küfre girmekle itham etmişlerdir. Hz. Ali'ye (ra) karşı ayaklanmışlar ve onunla savaşmışlardır. Hz. Ali zamanında ve daha sonraki devirlerde müslümanların çoğunu kafir saymışlardır. Emeviler devrinde çok güçlenmişler ve birçok Emevi valisini öldürmüşlerdir.
Hariciler'e göre; hiç bir aile veya kabile hilafet konusunda diğerinden üstün değildir. Halifeyi müslümanlar tam bir hürriyet içerisinde seçerler. Halife adaletten ayrılırsa onu azletmek ve öldürmek vacip olur. Büyük günah işleyenler kafir olur. Kendilerine muhalefet edenler kafir ilan edilmiştir.
Hariciler'de birçok fırkaya ayrılmıştır. En aşırı Harici fırkası olan Ezrakiler'e göre çocuk, kadın ve ihtiyar kimseler olsa bile kendilerine muhalefet edenlerin öldürülmesi caizdir.
Hz. Ali, Haricilere karşı buyurmuşlar ki:
" Kabul edelim ki, benim yanıldığımı, doğru yoldan saptığımı sandınız; benim bu hareketim yüzünden neden bütün Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem) ümmetini sapık sayıyorsunuz? Neden benim yanılmam yüzünden onları da yanılmış biliyor, benim suçum yüzünden onları da kafir sayıyorsunuz?
Kılıçlarınız omuzlarınızda; onları sallıyorsunuz, suçluları suçsuzlara katıyorsunuz. Oysa siz de bilirsiniz ki Allah'ın salatı O'na ve soyuna olsun, Resulullah evli olarak zina edeni recmetmiş, sonra ona namaz kılmıştır, mirasını da, miras düşenelerine vermiştir. Adam öldüreni öldürtmüş, mirasını ehline payetmiştir. Hırsızlık edenin elini kestirmiş, evli olmadığı halde zina edeni dövdürmüş, fakat sonra Müslümanların haklarından onlara düşen hakkı da kendilerine teslim eylemiştir; onlarda Müslüman kadınları nikahlamışlar, onlarla evlenmişlerdir.
Demek ki, Allah'ın salatı O'na ve soyuna olsun, Resulullah onlara, suçlarının cezalarını vermiş, Allah'ın hükmünü tatbik etmiş, fakat Müslümanlıktaki haklarını onlardan men etmemiş, adlarını Müslümanlıktan çıkarmamıştır. Siz ise insanların en kötülerisiniz; Şeytan'ın azgınlığa, isyana sevkettiği, şaşkın bir halde sapıklığa sürdüğü kişilersiniz.
Yakındır, benim yüzümden iki bölük helak olur gider: Bir bölüğü beni fazlasıyla sevendir; sevgi, gerçek olmayan inanca yürütür onu, öbürü, bana buğuzedendir; buğuz gerçek olmayan yola salar onu. İnsanların hayırlıları, hakkımda ne ileri gidenleridir, ne geri kalanları. Onlar, orta yolu seçerler. Bu yolu seçin; Müslümanların çoğunluğunun inancına sahip olun; çünkü Allah'ın (Kudret) eli, topluluktadır. Sakının ayrılıktan; insanlardan ayrılan, Şeytana kul olur; sürüden ayrılan koyunun kurda lokma olması gibi.
Bilin, duyun; onların bu inancını güden kişiyi, imamemin altında bile olsa öldürün.
Tayin edilen iki hakem, Kuran'ın dirilttiğini diriltmek, Kuran'ın öldürdüğünü öldürmek için tayin edilmişti; onların biraraya gelmeleri ayrılığı yok etmek içindi. Kur'an, bizi onlara uymaya çekerse uyacaktık onlara, Kur'an bize uymayı emrederse, onlara değil, bize uyacaktınız. Sizi kötü bir işe salmadım; işlerinize ait bir hususta aldatmadım, şüphelere düşürmedim. Seçtiğiniz iki kişiyi, Kur'an'ın hükmünden çıkmamalarını şart koşarak tayin etmiştik, göndermiştik. Onlarsa gerçeği, göz göre göre terk ettiler; cevr olduğunu bile bile kendi kendilerine uydular; cefa yoluna gittiler. Oysaki hükümde adaleti, gerçeğe uymalarını, kendi kötü reylerine uymamalarını şart koşmuştuk önceden."
Hz. Osman'ın hilafeti zamanında başlayıp Hz. Ali'nin hilafeti zamanında zirve noktasına çıkan bu ihtilaflar sonucunda bu dönem birbirine zıt "Şii" ve "Harici" olarak adlandırılan iki mezhebin ortaya çıkışıyla sona ermişse de bu iki mezhebin arasında orta yolu tutan ve itidalli davranan tarihin "Ehl-i sünnet ve'l Cemaat" olarak adlandırdığı bir mezhep de ortaya çıkmıştır.
Bugün İslam alemi "Ehl-i sünnet ve'l Cemaat", "Şii" ve "Hariciler" olarak üç büyük gruba ayrılmıştır. Bunlardan Şii ve Hariciler arasında da birçok grub mevcuttur.
18 Temmuz 2015 Cumartesi
Moskova'da Bayram Namazı
Moskova'nın banliyölerinden birinde, çok katlı apartmanların olduğu bir sitede oturan Alex, sabah evinin penceresinden baktığında bayram namazını eda eden müslümanları görür., şaşkınlığını gizleyemez ve "İslam devletimi olduk !" diye mırıldanır.
Aşağıdaki görüntülerde Rusya'nın en büyük dört camisinden biri olan Moskova Merkez Camisinden (Moscow Cathedral Mosque). İlk olarak 1904 yılında yapılan ve "Tatar Camisi" olarakta bilinen bu cami, 2008 Temmuz ayında kültür varlığı olarak tescil edilmesine rağmen 11 Eylül 2011 tarihinde, çok kötü tahrip olduğu ve tehlike arz ettiği gerekçesiyle yıkıldı. Camiinin yıkımına gösterilen bir diğer gerekçe ise kıblesinin yönünde birkaç derecelik hata olduğu idi (!). Tatar Camisinin yerine yeniden camii inşa edilen cami henüz tamamlanmamıştır.
Aşağıdaki görüntülerde Rusya'nın en büyük dört camisinden biri olan Moskova Merkez Camisinden (Moscow Cathedral Mosque). İlk olarak 1904 yılında yapılan ve "Tatar Camisi" olarakta bilinen bu cami, 2008 Temmuz ayında kültür varlığı olarak tescil edilmesine rağmen 11 Eylül 2011 tarihinde, çok kötü tahrip olduğu ve tehlike arz ettiği gerekçesiyle yıkıldı. Camiinin yıkımına gösterilen bir diğer gerekçe ise kıblesinin yönünde birkaç derecelik hata olduğu idi (!). Tatar Camisinin yerine yeniden camii inşa edilen cami henüz tamamlanmamıştır.
![]() |
Yıkılan Moskova Merkez Camisi (ortada), yanlardaki yeni inşa edilen caminin minareleridir (2009) |
Moskova Merkez Camisinde Ramazan Bayram Namazı (2015)
11 Temmuz 2015 Cumartesi
Soykırımı Unutmayacağız!
Birinci Bosna seferinde Osmanlı'larca Bosna Krallığı yıkılıp Kral Stefan Tomaşeviç yakalandı ve Bosna Osmanlı hakimiyetine girdi.
Macar Kralının Türkleri buralardan çıkarmak üzere taaruza geçmesi üzerine 1464 yılı İlkbahar'ında Sultan Mehmet İkinci defa Bosna'ya hareket etti. Bosna Seferinde Bosna Kralllığının başkenti olan Yayça'yı Macarlardan geri alamadıysa da diğer kaleleri geri aldı. Yayça kalesi 1528 yılında II. Beyazid'in kızının oğlu Bosna Beyi Gazi Hüsrev bey'in Bosna Beyliği zamanında alındı.
Fatih Sultan Mehmet Bosna'yı aldığında Bogomil mezhebindeki Bosna Hıristiyanları hakkında müsahama gösterdi. Patarenler'de denilen Bosna Hıristiyanları Hz. İsa'yı Allah'ın (cc) kulu ve peygemberi olarak tanımaktaydı. Birkaç asır Katolik kilisesinin ve bu mezhepdeki kralların ve Macarların mezalimine düçar olmuşlardı. İtikatlarının yakın olması ve Katolik kıralların ve Macarların mezaliminden dolayı Bosnalılar neredeyse toptan denecek şekilde İslamiyeti kabul ettiler ve müslüman oldular. Fatih Sultan Mehmet bunların toptan İslamiyeti kabul etmelerinden dolayı memnun olmuş ve kendilerinden ne dilekleri olduğunu sormuş, onlarda devlet hizmetlerinde istihdam edilmelerini istemişler hem ordu hem saray ve hem de devlet hizmetinde namuslu ve sadakatli olarak görevlerini yapmışlardır.
O tarihten beri Bosna'lılar müslümandır.
O tarihten beri Bosna'lılar Osmanlıdır.
O tarihten beri Bosna'lılar Türktür.
Müslüman oldukları, Osmanlı oldukları, Türk oldukları için bütün dünyanın gözleri önünde soykırıma maruz kaldılar ve katledildiler. İnsan hakları konusunda mangalda kül bırakmayan batı Bosnalıların Sırplar tarafından yok edilmesine göz yumdu.
Bugün Bosna'daki soykırımın en önemli kilometre taşlarından birisi olan Srebrenitsa Soykırımı'nın 20 yıldönümü.
Allah (cc) Srebrenitsa'da ve Yugoslavya iç savaşı sırasında öldürülen tüm Müslüman kardeşlerimize rahmet etsin. Mekanlarını Cennet eylesin. (Amin)
Büyük insan cennet mekan bağımsız Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin İlk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'e sözümüzdür. "Soykırımı unutmayacağız!"
Macar Kralının Türkleri buralardan çıkarmak üzere taaruza geçmesi üzerine 1464 yılı İlkbahar'ında Sultan Mehmet İkinci defa Bosna'ya hareket etti. Bosna Seferinde Bosna Kralllığının başkenti olan Yayça'yı Macarlardan geri alamadıysa da diğer kaleleri geri aldı. Yayça kalesi 1528 yılında II. Beyazid'in kızının oğlu Bosna Beyi Gazi Hüsrev bey'in Bosna Beyliği zamanında alındı.
Fatih Sultan Mehmet Bosna'yı aldığında Bogomil mezhebindeki Bosna Hıristiyanları hakkında müsahama gösterdi. Patarenler'de denilen Bosna Hıristiyanları Hz. İsa'yı Allah'ın (cc) kulu ve peygemberi olarak tanımaktaydı. Birkaç asır Katolik kilisesinin ve bu mezhepdeki kralların ve Macarların mezalimine düçar olmuşlardı. İtikatlarının yakın olması ve Katolik kıralların ve Macarların mezaliminden dolayı Bosnalılar neredeyse toptan denecek şekilde İslamiyeti kabul ettiler ve müslüman oldular. Fatih Sultan Mehmet bunların toptan İslamiyeti kabul etmelerinden dolayı memnun olmuş ve kendilerinden ne dilekleri olduğunu sormuş, onlarda devlet hizmetlerinde istihdam edilmelerini istemişler hem ordu hem saray ve hem de devlet hizmetinde namuslu ve sadakatli olarak görevlerini yapmışlardır.
O tarihten beri Bosna'lılar müslümandır.
O tarihten beri Bosna'lılar Osmanlıdır.
O tarihten beri Bosna'lılar Türktür.
Müslüman oldukları, Osmanlı oldukları, Türk oldukları için bütün dünyanın gözleri önünde soykırıma maruz kaldılar ve katledildiler. İnsan hakları konusunda mangalda kül bırakmayan batı Bosnalıların Sırplar tarafından yok edilmesine göz yumdu.
![]() |
Srebrenitsa Soykırım Anıtı |
Bugün Bosna'daki soykırımın en önemli kilometre taşlarından birisi olan Srebrenitsa Soykırımı'nın 20 yıldönümü.
Allah (cc) Srebrenitsa'da ve Yugoslavya iç savaşı sırasında öldürülen tüm Müslüman kardeşlerimize rahmet etsin. Mekanlarını Cennet eylesin. (Amin)
Büyük insan cennet mekan bağımsız Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin İlk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'e sözümüzdür. "Soykırımı unutmayacağız!"
5 Temmuz 2015 Pazar
22 Yıl Önce
5 Temmuz 1993.
Sivas olaylarından 3 gün sonra. 100 terörist Erzincan'ın Başbağlar Köyünü bastı. Cami ateşe verildi. 29 vatandaşımız kurşuna dizilerek öldürüldü. 5 vatandaşımız alevler arasında bırakılarak öldürüldü.
Teröristler duvarlara "Sivas'ın intikamı alındı." yazarak kaçtı.
Bugüne kadar katiller yargılanmadı. Hiç ceza alan olmadı. O sırada Erzincan Valisi olan Recep Yazıcıoğlu basına katillerin yakanlandığını ve suçlarını itiraf ettiklerini söyledi. Ancak yakalanan katiller birkaç gün sonra ifadelerinin işkence ile alındığını söyleyince mahkeme tarafından serbest bırakıldı.
Sivas katliamı sürekli gündemde tutulurken Başbağlar katliamı unutuldu. Sivas ve Başbağlar katliamını aynı ellermi yaptı hiç bilinemedi.
Erzincan Başbağlar'da katledilen vatandaşlarınızı rahmetle anıyorum.
Sivas olaylarından 3 gün sonra. 100 terörist Erzincan'ın Başbağlar Köyünü bastı. Cami ateşe verildi. 29 vatandaşımız kurşuna dizilerek öldürüldü. 5 vatandaşımız alevler arasında bırakılarak öldürüldü.
Teröristler duvarlara "Sivas'ın intikamı alındı." yazarak kaçtı.
Bugüne kadar katiller yargılanmadı. Hiç ceza alan olmadı. O sırada Erzincan Valisi olan Recep Yazıcıoğlu basına katillerin yakanlandığını ve suçlarını itiraf ettiklerini söyledi. Ancak yakalanan katiller birkaç gün sonra ifadelerinin işkence ile alındığını söyleyince mahkeme tarafından serbest bırakıldı.
Sivas katliamı sürekli gündemde tutulurken Başbağlar katliamı unutuldu. Sivas ve Başbağlar katliamını aynı ellermi yaptı hiç bilinemedi.
Erzincan Başbağlar'da katledilen vatandaşlarınızı rahmetle anıyorum.
31 Mayıs 2015 Pazar
İyi Güzelde!
Anadolu Gençlik Derneği (AGD), dün İstanbul’un fethinin 562. Yıldönümünde, 1937 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla (bazıları böyle bir Bakanlar Kurulu kararının olmadığını veya kararın sahte olduğunu iddia ediyor) müzeye çevrilen Ayasofya Camii’nin ibadete açılması için namaz ve dua etkinliği düzenledi. ’Zincirler Kırılsın Ayasofya Açılsın’ ve ’Seccadeni al da gel’ çağrılarıyla Türkiye ve İstanbul’un çeşitli yerlerinden gelen gruplar, dün sabah saat 04.00 sıralarında Ayasofya Meydanı’nda toplandı.
AGD Genel Başkanı Salih Turhan, toplanan vatandaşlara hitap ederek, ’Türkiye’nin dört bir yanından buraya gelerek Ayasofya’nın zincirlerinin kırılmasıyla alakalı önemli bir tavır sergilediniz” diyerek Ayasofya’nın ibadete açılması gerektiğini belirtti.
İlk olarak Mescid-i Aksa Müezzini Firas Gazzaz, kurulan platforma çıkarak Sabah ezanını okudu. Daha sonra, Mekke’den gelen Kabe İmamı Dr. Seccad Mustafa, meydanda toplanan cemaate sabah namazı kıldırdı. Kalabalık daha sonra Ayasofya’nın namaz ibadetine açılması için dua etti. Namazın ardında da dünya Kur’an okuma birincisi Abdurrahman Sadien Kur’an-ı Kerim okudu. Program yapılan duaların ardından sona erdi.
Bende Ayasofya'nın müslümanların ibadetine açılması gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak bu yapılan etkinlikteki bir uygulamaya itirazım var. Ülkemizde bu etkinlik için toplananlara sabah namazı kıldırabilecek hiç kimse yokmu ki Mekke'den Kabe İmamı Dr. Seccad Mustafa getirilerek toplanan cemaate namaz kıldırıyor? Her ne kadar günümüzde uygulanmasa da fıkıh kitaplarına göre bir cemaate imamlık yapacak olan sıralamasında ilk sırayı dini konuları en iyi bilen alır. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim'i güzel okuyan gelir. Sonra takvâ üzere olan seçilir. Bunu yaşlı olan ve güzel ahlaklı olan izler. Ayrıca mukim seferiye tercih edilir. (Burada belirtmekte yarar var bu sıraya uyulmadan yapılan imamlıkta sahihtir.) Ülkemizde Kabe İmamından daha fazla ilim sahibi, takvâ sahibi, Kuran-ı Kerim'i daha güzel okuyan, daha yaşlı ve mukim (ikameti İstanbul'da olan) kimse yokmudur? Bazı hacılarımızın hac görevini yerine getirmek için bulundukları Kabe'de eda ettikleri vakit namazlarını bile, Suudilerin Vahhabi olması nedeniyle ülkelerine döndüklerinde tekrar kıldıklarını da gözönüne alınca bu eylem için Kabe İmamını getirip namazda öne geçirmek bana çok da hoş gözükmüyor.
28 Mayıs 2015 Perşembe
Nice Yıllara!
Rus İmparatorluğu'nda 1917 Bolşevik İhtilalinden sonra Kafkaslar birçok siyasi gelişmelere sahne oldu. Bu süreçte 28 Mayıs 1918 tarihinde Tiflis'de "Azerbaycan Milli Şurası" tarafından "Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti" ilan edildi. Meclis açılıncaya kadar geçici şüra ilan edilerek, başkanlığa Mehmet Emin Resulzade seçildi. 9 kişilik icra heyetinin başkanlığına da Feth Ali Han Hoyski getirildi, H.Agayev ve M.Seyidov başkan yardımcısı oldu.
Bugün Azerbaycanlı kardeşlerimiz " Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti" nin kuruluşunun 97. yılını kutluyor. Azerbaycanlı kardeşlerimize Nice yıllara diyor, bağımsız "Azərbaycan Demokratik Respublikası" nın kıyamete kadar baki kalmasını diliyorum.
(1) 9 Kasım 1918'de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Hükümeti tarafından üç renk üzerine ay ve sekiz köşeli yıldızdan oluşan Azerbaycan bayrağı kabul edildi. Bu renkler üstte Türkçülüğü temsil eden mavi, ortada çağdaşlaşmayı temsil eden kırmızı, ve altta İslamcılığı temsil eden yeşilden oluşmaktadır.
![]() |
Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin ilk Bayrağı |
![]() |
Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin bugünkü bayrağı (1) |
![]() |
Mehmet Emin Resulzade (1884-1955) Mehmed Emin Resulzâde, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı |
(1) 9 Kasım 1918'de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Hükümeti tarafından üç renk üzerine ay ve sekiz köşeli yıldızdan oluşan Azerbaycan bayrağı kabul edildi. Bu renkler üstte Türkçülüğü temsil eden mavi, ortada çağdaşlaşmayı temsil eden kırmızı, ve altta İslamcılığı temsil eden yeşilden oluşmaktadır.
16 Mayıs 2015 Cumartesi
Blog Nasıl İzlenir?
Bir blogu değişik şekillerde takip etmek mümkün. Bunlardan ilki izleyeceğiniz blogu düzenli olarak ziyaret etmek. Blog adresini bir Internet tarayıcısı (browser) ile ziyaret edip, blogdaki makaleleri okuyabilirsiniz. Bu belki bazen zaman alıcı olabiliyor. Birçok blog sahibi düzenli olarak güncel makaleler yazmıyor. O nedenle blogu ziyaret ettiğinizde daha önce okuduğunuz makalelerle karşılaşmanız mümkün.
Blog takip etmek için kullanılabilecek bir diğer metod ise "e-posta ile takip et" kısmına e-mail (e-posta) adresinizi girerek, blogda yeni makaleler yayınlandığında e-mail ile haberdar olmak. Bu e-mail ile gelen yeni makalelerin bağlantısına (link) tıklayarak makaleyi okumak. Bu şekilde blogda yeni bir makale yayınlandığında haberiniz olacak ve ilginizi çekiyorsa o makaleyi okumanız mümkün olacaktır. Bu şekilde düzenli olarak blog adresini ziyaret etmenize gerek kalmayacaktır.
Blog takip etmenin bir diğer yolu ise bu amaçla hazırlanan programları bilgisayarınıza kurarak izlemek istediğiniz blogların adreslerini bu programlara girmek ve o programı bilgisayarınızda çalıştırarak blogdaki yazıları kendi bilgisayarınıza indirerek okumak. Bu programların en büyük avantajı blogdaki yazıları kendi bilgisayarınıza isdirdikten sonra istediğiniz bir zamanda Internet bağlantısı olmadan okuyabilmek. Bu amaç için birçok ücretsiz bilgisayar programı var. Bu programlardan benim de blog takip etmek için kullandığım bir tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Programın adı "QuiteRSS". Ücretsiz bir program olan QuiteRSS'yi Internet adresinden (https://quiterss.org/) indirebilirsiniz. Programın Linux, MacOS ve Windows için sürümleri var.
![]() |
QuiteRSS |
13 Mayıs 2015 Çarşamba
Hakkınızı helal ediyormusunuz?
Dün diktatörün cenaze töreni vardı. Camide imam soruyor:
"Hakkınızı helal ediyormusunuz?"
Cenaze törenine katılanlar biraz da seslerini yükselterek "Helal ediyoruz" diyor.
Bu arada önce bir erkek "Haram olsun etmiyorum" diye bağırıyor. Koruma polisleri adamı hemen yakalayıp uzaklaştırmaya çalışıyorlar ve oldukça sert davranıp yere düşen adama tekmelerle saldırıyorlar.
Aynı anlarda iki kadının "Helal etmiyoruz" diye bağırdıkları duyuluyor. Hemen onlarda polisler tarafından uzaklaştırılıyor. Polislerin arasında seslerini gazetecilere duyurmaya çalışıyorlar. Söylediklerinden zamanında "Doğu'nun Başbuğu" diye bilinen Yılma Durak'ın eşi ve kızı olduğu anlaşılıyor.
Bu görüntüleri görünce sormadan edemiyorum. Eğer istediğiniz cevabı vermeyenlere bu şekilde saldıracak ve tepki gösterecekseniz imamın cenazede "Hakkınızı helal ediyormusunuz? diye sormasına ne gerek var? Söyleyin Diyanet İşleri Başkanlığı'na cenazelerde bu soruyu sormayı kaldırsınlar.
Olur mu öyle şey demeyin. Böyle şeyler ilk defa olmuyor ki. Emeviler döneminde Cuma günleri yıllarca camilerin minberinden Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e küfredildi. O dönemde Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanından beri Cuma günleri önce Cuma namazı kılınır, sonra imam minberde Cuma hutbesini irad ederdi. Hutbede Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e küfredilmesinden rahatsız olan müslümanlar Cuma namazını kıldıktan sonra hutbeyi beklemeden camiyi terk etmeye başladılar. Bunun üzerine Emeviler, Peygamber Efendimiz zamanından beri gelen uygulamayı, önce hutbenin okunması, sonra Cuma namazının kılınması şeklinde değiştirdi. Bugün bile hala aynı uygulama devam ediyor.
Gördüğünüz gibi bu tür şeyler ilk defa olmuyor. Söylesinler Diyanet İşleri Başkanlığına, kaldırsınlar imamların cenazede "Hakkınızı helal ediyormusunuz?" diye sormasını.
Bu arada ben hakkımı helal etmiyorum.
"Hakkınızı helal ediyormusunuz?"
Cenaze törenine katılanlar biraz da seslerini yükselterek "Helal ediyoruz" diyor.
Bu arada önce bir erkek "Haram olsun etmiyorum" diye bağırıyor. Koruma polisleri adamı hemen yakalayıp uzaklaştırmaya çalışıyorlar ve oldukça sert davranıp yere düşen adama tekmelerle saldırıyorlar.
Aynı anlarda iki kadının "Helal etmiyoruz" diye bağırdıkları duyuluyor. Hemen onlarda polisler tarafından uzaklaştırılıyor. Polislerin arasında seslerini gazetecilere duyurmaya çalışıyorlar. Söylediklerinden zamanında "Doğu'nun Başbuğu" diye bilinen Yılma Durak'ın eşi ve kızı olduğu anlaşılıyor.
Bu görüntüleri görünce sormadan edemiyorum. Eğer istediğiniz cevabı vermeyenlere bu şekilde saldıracak ve tepki gösterecekseniz imamın cenazede "Hakkınızı helal ediyormusunuz? diye sormasına ne gerek var? Söyleyin Diyanet İşleri Başkanlığı'na cenazelerde bu soruyu sormayı kaldırsınlar.
Olur mu öyle şey demeyin. Böyle şeyler ilk defa olmuyor ki. Emeviler döneminde Cuma günleri yıllarca camilerin minberinden Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e küfredildi. O dönemde Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanından beri Cuma günleri önce Cuma namazı kılınır, sonra imam minberde Cuma hutbesini irad ederdi. Hutbede Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e küfredilmesinden rahatsız olan müslümanlar Cuma namazını kıldıktan sonra hutbeyi beklemeden camiyi terk etmeye başladılar. Bunun üzerine Emeviler, Peygamber Efendimiz zamanından beri gelen uygulamayı, önce hutbenin okunması, sonra Cuma namazının kılınması şeklinde değiştirdi. Bugün bile hala aynı uygulama devam ediyor.
Gördüğünüz gibi bu tür şeyler ilk defa olmuyor. Söylesinler Diyanet İşleri Başkanlığına, kaldırsınlar imamların cenazede "Hakkınızı helal ediyormusunuz?" diye sormasını.
Bu arada ben hakkımı helal etmiyorum.
3 Mayıs 2015 Pazar
Türk Yurdunda Türk Düşmanlığı
Kendisini en derin saygıyla andığım şair ve yazar Yavuz Bülent Bâkiler Türkiye'de çok ciddi bir Türk düşmanlığı olduğunu, hatta bir zamanlar Türkiye'de Türk Düşmanlığı ismiyle bir kitap yazmayı bile düşündüğünü yazmıştı bir kitabında. Türkiye'de Türk düşmanlığı her dönemde görülen bir durum. Bazen bu düşmanlık artış gösteriyor. Tarihimizde bunun somut örnekleri var. Günümüzde de Türküm demek neredeyse suç sayılır oldu.
Milli Şef İnönü döneminde yapılan gizli komünizm faaliyetlerinden rahatsız olan yazar, şair ve tarihçi Hüseyin Nihal Atsız dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu'na hitaben, dönemin Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel, yazar ve gazeteci Sabahattin Ali ve diğer bazı şahısları şikayet etmek üzere Orhun dergisinde 1 Mart 1944'te ve bir ay sonra 1 Nisan 1944'te iki açık mektup yazar.
Yayımladığı iki “açık mektup”ta Atsız, II. Dünya Savaşının sonuna doğru Sovyetler Birliği’nin savaşı kazanma sürecine girmesi üzerine Türkiye’de artan komünist etkinliklerine dikkat çeker ve özellikle bunların eğitim alanında yapacağı yıkıcı etkileri açıklayarak, bu kötü gidişe bir “dur!” denilmesini ister. “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye” hitap eden mektuplarının ikincisinde Atsız, özellikle Millî Eğitim alanındaki komünist etkinliklerini ve faillerini ele alır, onları sırasıyla tanıtır ve yazısının sonunda o etkinlikleri destekleyen zamanın Milli Eğitim Bakanını istifaya davet eder.
Atsız’ın yayınladığı ikinci mektuptan sonra Sabahattin Âli, Nihal Atsız aleyhine hakaret davası açar. (1)
26 Nisan 1944'de başlayan mahkemeye dönemin üniversite gençliği çok yoğun ilgi gösterir. Mahkeme heyeti duruşma salonuna zorlukla girer. Mahkeme 3 Mayıs 1944 gününe ertelenir.
3 Mayıs 1944 günü üniversite gençliği Nihal Atsız'a destek vermek amacıyla İstiklâl Marşı söyleyerek ve komünizm aleyhinde sloganlar atarak büyük bir gösteri düzenler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus'a yürür. O zaman Ulus'ta bulunan Başbakanlık binasına giderek Başbakan (Başvekil) ile görüşmek isterler. Başbakan ile görüşemeyen gençler Anafartalara yönelir. Dönemin hükümeti bu gösteriyi şiddetle bastırır. 3 Mayıs'taki gösterilere katılan gençler birer birer tespit edilip toplanır ve tutuklanır.
Sonraki günlerde devam eden duruşmalar da olaylı olur. 9 Mayıs’taki son duruşmada ise, Atsız 4 ay hapis ve 66 lira para cezasına mahkum olur. Ancak cezası tecil edilir.
Bu dava sonrası ülkede yayınlanan basın organlarında Türkçülük ve Turancılık karşıtı yazılar artar. Bakanlar Kurulu, 18 Mayıs 1944 günü, Anadolu Ajansı aracılığı ile bir “resmî tebliğ” yayımlar. Milli Şef İnönü o yılın 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde Türkçüleri ve Türkçülüğü yargısız infaza tabi tutan bir nutuk verir. Milli Şef henüz soruşturma evresinde olan, haklarında bir dâvâ bile açılmamış bulunan kişileri peşin olarak mahkûm eder ve bütün suçları vatan ve milletlerini sevmek olan o genç insanları “fesatçı”, “vatan haini” olarak nitelendirir.
Mahkeme nedeniyle Ankara'da bulunan Atsız 9 Mayıs’ta, Reha Oğuz Türkkan’la birlikte tutuklanır. Bu şekilde kamuoyu bu konuda hazırlanırken ülke genelinde Türkçülerin evlerinde aramalar ve tutuklamalar başlar. Çoğu Ankara ve İstanbul’da bulunan, yurdun değişik yerlerinde görevli olan veya yaşayan bazı kişiler de, ya Atsız’a mektup yazmış olmaları ya da Orhun dergisinin açtığı ankete katılmış bulunmaları bahane edilerek, tutuklanır.
Tutuklamalar sürerken nihayet 19 Mayıs günü tüm gazetelerde gizli bir Turancı örgütün ortaya çıkarıldığı haberi yayınlanacaktır. Tutklananlar o sırada sıkıyönetim uygulanmakta olan İstanbul'a götürülür.
Tutuklulardan sivil olanlar Sirkeci’deki, o yıllarda Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Hanı’na, asker olanlar ise o zaman İstanbul’un Tophane semtinde bulunan Askerî Cezaevine kapatılırlar.
Tutuklanan siviller Sansaryan Han'ın son katında bir yatağın ancak sığdığı hücrelerde bazen iki kişi kalma zorunda bırakılır. Tutukluyu Sansaryan Hanı’nın bodrum katındaki “mezarlık hücresi”nde konuk etmek uyğulanan diğer bir işkence şeklidir. Atsız bu beş hücreden birinde bir hafta tutulmuş, bu sürede şapkası küf bağlamıştır.
Başka bir etkili işkence yöntemi, hoşa gitmeyen ifadeler veren ve/ya hazır yazılı ifadeleri imzalamayan tutukluları, “tabutluk” veya “mutena hücre” denilen, dik tutulan tabut biçim ve oylumundaki oyuklara tıkmaktır. Çatı katındaki bu hücrelere yola getirilmesi düşünülen tutuklu oraya ayakta olarak sokulur, kollarından ve bacaklarından zincirlerle bağlanarak duvara asılır, kapısı kapatıldıktan sonra tepedeki ışık yakılır, işkence edilen “pes” edinceye veya bayılıncaya kadar orada tutulur.
Türkçülerin bu tabutluklar da aç ve susuz, 48 saat kalanları veya orada birkaç kez konuk edilenleri vardır. Türkçülerden o işkenceye, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek ve Osman Yüksel lâyık görülmütür.
Dayak, falaka, küfür yaygın ikence türlerindendir. Bunlardan nasiplenen birçok Türkçü tutuklu vardır. Onların biri Sait Bilgiç, bir diğeri de Mehmet Külâhlıoğlu'dur. Hikmet Tanyu’ya uygulanan başka bir işkence, başına tabanca dayanarak yapılan tehditdir. İşkencelerden Prof. Dr. Zeki Velidî Togan’ın payına da verildiği hücreyi haşerelerden temizlemek düşer.
Tophane’deki Askerî Cezaevinde tutulan sanık adayları bu tür maddî işkencelere uğramazlar. Ancak bu cezaevinde de şartlar çok kötüdür.
Yapılan işkenceleri sorumlulardan mahkeme savcısı da mahkemede kabul etmiştir. Ayrıca, ‘Türkçülük Dâvâsı’nın ilk soruşturmaları sırasında 15 çeşit işkence uygulandığını belirleyen Hikmet Tanyu, uzun uğraşıları sonunda, işkence ve zulümlerin dâvâ konusu yapılmasını başararak bunları yapanların yargılanması yolunu açmış fakat işkenceciler, 1950 yılında Demokrat Parti iktidarının çıkardığı af kanunundan yararlanıp yargılanmaktan kurtulmuşlardır(!).
3 Mayıs 1944'de Ankara’da yapılan bu görkemli gösteri ve yürüyüş, Sovyetler Birliğinin II. Dünya Savaşını sonlandıran bir zafer kazanma yolunda ilerlemesi karşısında, o zamana kadar yürüttüğü Alman yanlısı politikaya yön değiştirme telâşına düşen Milli Şef ve emrindekilere iyi bir fırsat gibi görünmüştür.
Bu dönemde yayınlarında Türk dünyasına ilişkin yazı, yorum ve haberlere çokça yer veren Türkçüler, tutsak Türklerin büyük çokluğu işgalindeki topraklarda yaşayan Sovyetler Birliği yöneticilerini zaten tedirgin etmektedir. Türkçülük aleyhine bir kampanya açılması ve başlıca Türkçülerin tutuklanıp cezalandırılması, Sovyetlere yönelişe, yani SSCB’nin kandırılabilmesine (!) yarar diye düşünülmüştür.
Tarihimize “Turancılık” veya 'Türkçülük' davası olarak geçen dava İstanbul 1. Sıkıyönetim (Örfi İdare) Mahkemesinde görülür. 7 Eylül 1944'de başlayan toplam 23 sanığın yargılandığı dava 65 oturum sürer ve 29 Mart 1945 Perşembe günü karar verilir. Verilen kararla 13 sanık beraat eder, aralarında Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Alparslan Türkeş'inde bulunduğu on sanığa 10 yıla kadar uzanan değişik hapis ve sürgün cezaları verilir.
Daha sonra dava Askerî Yargıtay’a taşınır. Yüksek Mahkeme 31 Ekim 1945 tarihinde İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin bu kararını “usul ve esas yönünden” bozar ve davanın 2. Sıkıyönetim Mahkemesinde görülmesini karar verilir. Bu karar, 26 Ekim 1945 günü, yıldırım telgrafı ile İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bildirilerek tutukluların hemen salıverilmesi sağlanır. Böylece, kimi Türkçüler için 1 yıl beş buçuk ay süren hapis ve zindan hayatı sona erer.
26 Ağustos 1946 tarihinde başlayan ikinci yargılama sonunda 31 Mart 1947 tarihinde bütün sanıklar beraat eder.
Bu sonuç, davayı “icat eden” ve onu Türkçülere zulüm için bir alet olarak kullananları, özellikle de Milli Şef İnönü’yü ve Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel’i, hiç memnun etmemiştir. İnönü, bundan kaynaklanan kızgınlığını, bu karardan sonra yaptığı bir Askerî Yargıtay ziyaretinden, mahkemenin başkanı ve kendisinin kırk yıllık arkadaşı olan Orgeneral Ali Fuat Erden‘in odasına uğrama nezaketini göstermeden ayrılarak ortaya koyar. Zaten, Erden Paşa ile Askerî Yargıtayın öteki üyeleri Tümgeneral Kemal Alkan ve Tugğeneral İsmail Berkok, kısa süre sonra emekliye sevkedilirler.
Türkçülük Günü
3 Mayıs'ın ilk yıldönümü olan 1945 senesinde o sıralarda Tophane'deki Askerî Cezaevinde tutuklu bulunan bir grup Türkçü tarafından bu yıldönümü anılır. Daha sonraki yıllarda ise çeşitli törenlerle kutlanmaya devam edilir ve Türk milliyetçilerinin bir geleneği olarak “Türkçülük Günü” kutlanmaya devam eder.
03 Mayıs 1944 ve onu izleyen olaylar Türk milliyetçiliği tarihinin önemli kilometre taşlarından biridir. O günü izleyen günler ve yıllar, Türk milliyetçilerinin bir cehennem hayatı yaşamasına sebep olmuş ve 1949’a kadar süren bu devlet terörü günleri Türkçülük hareketinde yeni bir uyanışın ışığı durumuna dönüşmüştür. Türkçülük, Türk kamuoyu ve toplumu ile o gün yapılan gençlik yürüyüşü ve gösterisinde tanışmıştır.
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Tarihler bin dokuz yüz kırk dördü gösterdi,
Atsızım Bozkurtlara buyruğu verdi,
Yiğitçe buyruğa gönül verdiler,
Alparslanlar, Kokanlar, Orkun, İdiller,
Yürüyün, yürüyün haydi yiğitler,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Dilde birlik, işte birlik, fikirde birlik,
Sağlanırsa o zaman kurulur dirlik,
Yürü yiğit yürü bugün senin günündür,
Bugün düğün günün, bayram günündür,
3 Mayıs Türkçünün düğün günüdür,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
(1) Sabahattin Ali’nin, savcıya ve Konservatuar Müdürü Orhan Şaik Gökyay’a “Ben dâvâ açmayacaktım, Hasan-Âli bey böyle istedi” itirafında bulunmuştur. Ayrıca Sabahattin Aliyi bu konuda Ulus gazetesi başyazarı ve milletvekili Falih Rıfkı Atay’ın kışkırttığı da bilinir.
Milli Şef İnönü döneminde yapılan gizli komünizm faaliyetlerinden rahatsız olan yazar, şair ve tarihçi Hüseyin Nihal Atsız dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu'na hitaben, dönemin Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel, yazar ve gazeteci Sabahattin Ali ve diğer bazı şahısları şikayet etmek üzere Orhun dergisinde 1 Mart 1944'te ve bir ay sonra 1 Nisan 1944'te iki açık mektup yazar.
Yayımladığı iki “açık mektup”ta Atsız, II. Dünya Savaşının sonuna doğru Sovyetler Birliği’nin savaşı kazanma sürecine girmesi üzerine Türkiye’de artan komünist etkinliklerine dikkat çeker ve özellikle bunların eğitim alanında yapacağı yıkıcı etkileri açıklayarak, bu kötü gidişe bir “dur!” denilmesini ister. “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye” hitap eden mektuplarının ikincisinde Atsız, özellikle Millî Eğitim alanındaki komünist etkinliklerini ve faillerini ele alır, onları sırasıyla tanıtır ve yazısının sonunda o etkinlikleri destekleyen zamanın Milli Eğitim Bakanını istifaya davet eder.
Atsız’ın yayınladığı ikinci mektuptan sonra Sabahattin Âli, Nihal Atsız aleyhine hakaret davası açar. (1)
26 Nisan 1944'de başlayan mahkemeye dönemin üniversite gençliği çok yoğun ilgi gösterir. Mahkeme heyeti duruşma salonuna zorlukla girer. Mahkeme 3 Mayıs 1944 gününe ertelenir.
3 Mayıs 1944 günü üniversite gençliği Nihal Atsız'a destek vermek amacıyla İstiklâl Marşı söyleyerek ve komünizm aleyhinde sloganlar atarak büyük bir gösteri düzenler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus'a yürür. O zaman Ulus'ta bulunan Başbakanlık binasına giderek Başbakan (Başvekil) ile görüşmek isterler. Başbakan ile görüşemeyen gençler Anafartalara yönelir. Dönemin hükümeti bu gösteriyi şiddetle bastırır. 3 Mayıs'taki gösterilere katılan gençler birer birer tespit edilip toplanır ve tutuklanır.
Sonraki günlerde devam eden duruşmalar da olaylı olur. 9 Mayıs’taki son duruşmada ise, Atsız 4 ay hapis ve 66 lira para cezasına mahkum olur. Ancak cezası tecil edilir.
Bu dava sonrası ülkede yayınlanan basın organlarında Türkçülük ve Turancılık karşıtı yazılar artar. Bakanlar Kurulu, 18 Mayıs 1944 günü, Anadolu Ajansı aracılığı ile bir “resmî tebliğ” yayımlar. Milli Şef İnönü o yılın 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde Türkçüleri ve Türkçülüğü yargısız infaza tabi tutan bir nutuk verir. Milli Şef henüz soruşturma evresinde olan, haklarında bir dâvâ bile açılmamış bulunan kişileri peşin olarak mahkûm eder ve bütün suçları vatan ve milletlerini sevmek olan o genç insanları “fesatçı”, “vatan haini” olarak nitelendirir.
Mahkeme nedeniyle Ankara'da bulunan Atsız 9 Mayıs’ta, Reha Oğuz Türkkan’la birlikte tutuklanır. Bu şekilde kamuoyu bu konuda hazırlanırken ülke genelinde Türkçülerin evlerinde aramalar ve tutuklamalar başlar. Çoğu Ankara ve İstanbul’da bulunan, yurdun değişik yerlerinde görevli olan veya yaşayan bazı kişiler de, ya Atsız’a mektup yazmış olmaları ya da Orhun dergisinin açtığı ankete katılmış bulunmaları bahane edilerek, tutuklanır.
Tutuklamalar sürerken nihayet 19 Mayıs günü tüm gazetelerde gizli bir Turancı örgütün ortaya çıkarıldığı haberi yayınlanacaktır. Tutklananlar o sırada sıkıyönetim uygulanmakta olan İstanbul'a götürülür.
Tutuklulardan sivil olanlar Sirkeci’deki, o yıllarda Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Hanı’na, asker olanlar ise o zaman İstanbul’un Tophane semtinde bulunan Askerî Cezaevine kapatılırlar.
Tutuklanan siviller Sansaryan Han'ın son katında bir yatağın ancak sığdığı hücrelerde bazen iki kişi kalma zorunda bırakılır. Tutukluyu Sansaryan Hanı’nın bodrum katındaki “mezarlık hücresi”nde konuk etmek uyğulanan diğer bir işkence şeklidir. Atsız bu beş hücreden birinde bir hafta tutulmuş, bu sürede şapkası küf bağlamıştır.
Başka bir etkili işkence yöntemi, hoşa gitmeyen ifadeler veren ve/ya hazır yazılı ifadeleri imzalamayan tutukluları, “tabutluk” veya “mutena hücre” denilen, dik tutulan tabut biçim ve oylumundaki oyuklara tıkmaktır. Çatı katındaki bu hücrelere yola getirilmesi düşünülen tutuklu oraya ayakta olarak sokulur, kollarından ve bacaklarından zincirlerle bağlanarak duvara asılır, kapısı kapatıldıktan sonra tepedeki ışık yakılır, işkence edilen “pes” edinceye veya bayılıncaya kadar orada tutulur.
Türkçülerin bu tabutluklar da aç ve susuz, 48 saat kalanları veya orada birkaç kez konuk edilenleri vardır. Türkçülerden o işkenceye, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek ve Osman Yüksel lâyık görülmütür.
Dayak, falaka, küfür yaygın ikence türlerindendir. Bunlardan nasiplenen birçok Türkçü tutuklu vardır. Onların biri Sait Bilgiç, bir diğeri de Mehmet Külâhlıoğlu'dur. Hikmet Tanyu’ya uygulanan başka bir işkence, başına tabanca dayanarak yapılan tehditdir. İşkencelerden Prof. Dr. Zeki Velidî Togan’ın payına da verildiği hücreyi haşerelerden temizlemek düşer.
Tophane’deki Askerî Cezaevinde tutulan sanık adayları bu tür maddî işkencelere uğramazlar. Ancak bu cezaevinde de şartlar çok kötüdür.
Yapılan işkenceleri sorumlulardan mahkeme savcısı da mahkemede kabul etmiştir. Ayrıca, ‘Türkçülük Dâvâsı’nın ilk soruşturmaları sırasında 15 çeşit işkence uygulandığını belirleyen Hikmet Tanyu, uzun uğraşıları sonunda, işkence ve zulümlerin dâvâ konusu yapılmasını başararak bunları yapanların yargılanması yolunu açmış fakat işkenceciler, 1950 yılında Demokrat Parti iktidarının çıkardığı af kanunundan yararlanıp yargılanmaktan kurtulmuşlardır(!).
3 Mayıs 1944'de Ankara’da yapılan bu görkemli gösteri ve yürüyüş, Sovyetler Birliğinin II. Dünya Savaşını sonlandıran bir zafer kazanma yolunda ilerlemesi karşısında, o zamana kadar yürüttüğü Alman yanlısı politikaya yön değiştirme telâşına düşen Milli Şef ve emrindekilere iyi bir fırsat gibi görünmüştür.
Bu dönemde yayınlarında Türk dünyasına ilişkin yazı, yorum ve haberlere çokça yer veren Türkçüler, tutsak Türklerin büyük çokluğu işgalindeki topraklarda yaşayan Sovyetler Birliği yöneticilerini zaten tedirgin etmektedir. Türkçülük aleyhine bir kampanya açılması ve başlıca Türkçülerin tutuklanıp cezalandırılması, Sovyetlere yönelişe, yani SSCB’nin kandırılabilmesine (!) yarar diye düşünülmüştür.
Tarihimize “Turancılık” veya 'Türkçülük' davası olarak geçen dava İstanbul 1. Sıkıyönetim (Örfi İdare) Mahkemesinde görülür. 7 Eylül 1944'de başlayan toplam 23 sanığın yargılandığı dava 65 oturum sürer ve 29 Mart 1945 Perşembe günü karar verilir. Verilen kararla 13 sanık beraat eder, aralarında Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Alparslan Türkeş'inde bulunduğu on sanığa 10 yıla kadar uzanan değişik hapis ve sürgün cezaları verilir.
Daha sonra dava Askerî Yargıtay’a taşınır. Yüksek Mahkeme 31 Ekim 1945 tarihinde İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin bu kararını “usul ve esas yönünden” bozar ve davanın 2. Sıkıyönetim Mahkemesinde görülmesini karar verilir. Bu karar, 26 Ekim 1945 günü, yıldırım telgrafı ile İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bildirilerek tutukluların hemen salıverilmesi sağlanır. Böylece, kimi Türkçüler için 1 yıl beş buçuk ay süren hapis ve zindan hayatı sona erer.
26 Ağustos 1946 tarihinde başlayan ikinci yargılama sonunda 31 Mart 1947 tarihinde bütün sanıklar beraat eder.
Bu sonuç, davayı “icat eden” ve onu Türkçülere zulüm için bir alet olarak kullananları, özellikle de Milli Şef İnönü’yü ve Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel’i, hiç memnun etmemiştir. İnönü, bundan kaynaklanan kızgınlığını, bu karardan sonra yaptığı bir Askerî Yargıtay ziyaretinden, mahkemenin başkanı ve kendisinin kırk yıllık arkadaşı olan Orgeneral Ali Fuat Erden‘in odasına uğrama nezaketini göstermeden ayrılarak ortaya koyar. Zaten, Erden Paşa ile Askerî Yargıtayın öteki üyeleri Tümgeneral Kemal Alkan ve Tugğeneral İsmail Berkok, kısa süre sonra emekliye sevkedilirler.
Türkçülük Günü
3 Mayıs'ın ilk yıldönümü olan 1945 senesinde o sıralarda Tophane'deki Askerî Cezaevinde tutuklu bulunan bir grup Türkçü tarafından bu yıldönümü anılır. Daha sonraki yıllarda ise çeşitli törenlerle kutlanmaya devam edilir ve Türk milliyetçilerinin bir geleneği olarak “Türkçülük Günü” kutlanmaya devam eder.
03 Mayıs 1944 ve onu izleyen olaylar Türk milliyetçiliği tarihinin önemli kilometre taşlarından biridir. O günü izleyen günler ve yıllar, Türk milliyetçilerinin bir cehennem hayatı yaşamasına sebep olmuş ve 1949’a kadar süren bu devlet terörü günleri Türkçülük hareketinde yeni bir uyanışın ışığı durumuna dönüşmüştür. Türkçülük, Türk kamuoyu ve toplumu ile o gün yapılan gençlik yürüyüşü ve gösterisinde tanışmıştır.
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Tarihler bin dokuz yüz kırk dördü gösterdi,
Atsızım Bozkurtlara buyruğu verdi,
Yiğitçe buyruğa gönül verdiler,
Alparslanlar, Kokanlar, Orkun, İdiller,
Yürüyün, yürüyün haydi yiğitler,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Dilde birlik, işte birlik, fikirde birlik,
Sağlanırsa o zaman kurulur dirlik,
Yürü yiğit yürü bugün senin günündür,
Bugün düğün günün, bayram günündür,
3 Mayıs Türkçünün düğün günüdür,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
(1) Sabahattin Ali’nin, savcıya ve Konservatuar Müdürü Orhan Şaik Gökyay’a “Ben dâvâ açmayacaktım, Hasan-Âli bey böyle istedi” itirafında bulunmuştur. Ayrıca Sabahattin Aliyi bu konuda Ulus gazetesi başyazarı ve milletvekili Falih Rıfkı Atay’ın kışkırttığı da bilinir.
27 Nisan 2015 Pazartesi
Hala Uyanmayacakmısınız!
24 Nisan 2015, Brüksel, Belçika
Sözde Ermeni soykırımının 100. yılı dolayısıyla Belçika'nın başkenti Brüksel'de protesto düzenleyen Ermenilerin gösterisinde, Papa'ya teşekkür dövizleri ile Öcalan ve terör örgütü PKK'nın flamaları taşındı.Brüksel'deki Türk Büyükelçiliği'nin önünde bir araya gelen göstericiler, Türkiye karşıtı gösteri düzenledi. Göstericiler, ellerinde 'Papa'ya teşekkürler' ve 'AB Ülkelerine teşekkürler' yazılı dövizler taşıdı. Türkiye ve hükumet aleyhine sloganların atıldığı gösteride göstericilerin elinde terör örgütü PKK flamaları ve Öcalan'ın fotoğrafları ve Suriye bayrakları bulunması dikkat çekti.
24 Kasım 1998, Hürriyet Gazetesi Reha ERUS yazıyor;
Sözde Ermeni soykırımının 100. yılı dolayısıyla Belçika'nın başkenti Brüksel'de protesto düzenleyen Ermenilerin gösterisinde, Papa'ya teşekkür dövizleri ile Öcalan ve terör örgütü PKK'nın flamaları taşındı.Brüksel'deki Türk Büyükelçiliği'nin önünde bir araya gelen göstericiler, Türkiye karşıtı gösteri düzenledi. Göstericiler, ellerinde 'Papa'ya teşekkürler' ve 'AB Ülkelerine teşekkürler' yazılı dövizler taşıdı. Türkiye ve hükumet aleyhine sloganların atıldığı gösteride göstericilerin elinde terör örgütü PKK flamaları ve Öcalan'ın fotoğrafları ve Suriye bayrakları bulunması dikkat çekti.
24 Kasım 1998, Hürriyet Gazetesi Reha ERUS yazıyor;
"Apo'nun Papa'ya Mektubu
PKK'nin İtalya'daki yayın organı haline gelen, La Repubblica Gazetesi, bölücü başı Apo'nun Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 2'nci Jean Paul'e bir mektup yazarak kendisini kabul etmesini istedi. Apo, Papa'ya barış ve adalet çerçevesinde birlikte hareket edip Kürt davası için Türkiye'ye karşı mücadele etmeyi de önerdi.
Gazeteye göre 18 Kasım'da Palestrina Hastanesi'nden Papa'ya bir sayfalık mektup gönderen Apo, Türkiye'yi şikayet ettikten sonra, İtalya'ya niçin geldiğini anlattı. Mektuptan alıntılar yapan gazeteye göre bölücü başı, ‘‘Hıristiyanlik eşitlik, barış ve insanlık üzerine kurulmuştur. Büyük saygım var. Benim sosyalizm fikrim bundan çok uzak değil, hatta Hıristiyan değerlerine çok yaklaşıyor. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı, benim mücadelem ve düşüncelerimde sabit bir noktadır’’ dedi. Türkiye'nin Kürtlere barbarlık yaptığını iddia eden bölücü başı yakın geçmişte Süryani, Ermeni, Rum ve Kürtlere karşı soykırım uygulandığı şeklinde yalanlar sıraladı. Mektubun bir bölümünde Papa'ya, ‘‘Kapınızı bize destek vermek için çalıyorum Papa Hazretleri’’ diye yalvardı...Başta İstanbul Ermeni Patrikhanesi'nin ev sahipliğinde İstanbul Kumkapı Meryem Ana Kilisesi'nde düzenlenen amacı sözde soykırımı anmak olan ayine katılan Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır olmak üzere devlet büyükleri, Obama bu yılda "soykırım" tabirini kullanmadı diye sevinenler, mesele Obama'nın 24 Nisan'da "soykırım" tabirini kullanıp kullanmamasından çok daha vahim bir durumda. Hala uyanmıyacakmısınız!
20 Nisan 2015 Pazartesi
Libya'dan Sözde Ermeni Katliamı'na
12 Nisan 2015: Akdeniz'de içerisinde kadın ve çocukların olduğu mülteci gemisi battı. 400 kişinin öldüğü düşünülüyor.
16 Nisan 2015: Akdeniz'de mülteci sandalı battı. 41 kişi boğularak öldü. 4 kişi kurtuldu.
18 Nisan 2015: Akdeniz'de içerisinde 700 mülteci bulunduğu tekne battı. Sadece 49 kişi kurtarıldı.
Bu kazaların hepsinde mülteciler Libya'dan İtalya'ya gitmeye çalışıyordu.
Sadece bu mu? Hayır. 12 Mayıs 2011 Perşembe Saat 06:10. Libya'ya NATO harekatının yapıldığı günler.
16 Nisan 2015: Akdeniz'de mülteci sandalı battı. 41 kişi boğularak öldü. 4 kişi kurtuldu.
18 Nisan 2015: Akdeniz'de içerisinde 700 mülteci bulunduğu tekne battı. Sadece 49 kişi kurtarıldı.
Bu kazaların hepsinde mülteciler Libya'dan İtalya'ya gitmeye çalışıyordu.
Sadece bu mu? Hayır. 12 Mayıs 2011 Perşembe Saat 06:10. Libya'ya NATO harekatının yapıldığı günler.
4 Nisan 2015 Cumartesi
Yandı Yürekler Yandı! Yağan Kar İle Sönmez!
İnsanlar onun adını ilk defa 27 Mayıs 1960 sabahı duydu. Güneşin ilk ışıklarının loş sokakları aydınlatmaya çalıştığı günün sabahında lambalı radyolardan Ankara Radyosunda'ki gür ses:
“Aziz Vatandaşlar;diyordu. Bu ses ihtilâlin “Kudretli Albayı” Alparslan Türkeş'e aitti.
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.”
28 Mart 2015 Cumartesi
Kemal Kılıçdaroğlu'na Hatırlatalım Ki Süpriz Olmasın
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Kemal Derviş'e Ekenomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı teklif etti ve Kemal Derviş'te kabul etti.
Takvim Gazetesinden Ergin Diler'in Güneş Taner ve Enis Öksüz ile Kemal Derviş hakkında yaptığı 29 Haziran 2012 tarihli röportajından bir bölümü buraya aktarayım da olurda CHP iktidara gelir ve Kemal Dervişi Başbakan Yardımcısı yaparsa Kılıçdaroğlu'na karşılaşacakları durumlar süpriz olmasın.
Takvim Gazetesinden Ergin Diler'in Güneş Taner ve Enis Öksüz ile Kemal Derviş hakkında yaptığı 29 Haziran 2012 tarihli röportajından bir bölümü buraya aktarayım da olurda CHP iktidara gelir ve Kemal Dervişi Başbakan Yardımcısı yaparsa Kılıçdaroğlu'na karşılaşacakları durumlar süpriz olmasın.
"Güneş Bey'le görüştükten sonra o dönem Kemal Derviş'e en sıkı muhalefeti gösteren MHP'li Bakan Enis Öksüz'ü aradım. Hem Kemal Bey'i hem eşi Catherine'i sordum...
* Kemal Derviş kimdi?
Özel yetkili özel bir insandı.
* Özel derken?
Efendim Bakanlar Kurulu'na girdiği halde ne Ecevit'i ne de Bakanları takmazdı.
* Nasıl yani?
Boğaz'a yapılacak tüp geçit için kredi arıyorduk. Dünya Bankası'ndan bize 14.9 faizle kredi buldu. Ben de Japonya'dan kredi buldum.. Hemde istedikleri faiz 0.75'ti. 40 yıl geri ödemeli. İlk 10 yıl ödemesizdi. Bu PARAYA karşı çıktı. Bakanlar Kurulu elektriklendi. Osman Durmuş, İstemihan Talay ve Yaşar Okuyan bana destek verdi.
Ecevit, Derviş'e "Neden karşı çıkıyorsunuz?" diye sordu. Cevap ilginçti: Dengemizi bozar!
Masada buz gibi hava esti. Ecevit ikna olmadığını belli edince çantasını topladı.
Toplantıyı terk etti. Hüsamettin Özkan "Ayıp ediyorsunuz. Böyle nezaketsizlik olmaz" dedi. Dinlemedi. "Cumhurbaşkanı beni bekliyor" deyip ayrıldı.
* Kimseyi dinlemez miydi?
Dinlemezdi. Herkesin üzerindeydi. Bir gün yüksek sesle "Türkiye'de hiçbir şey tesadüfen olmuyor" dedim... Kimse ses çıkaramadı. Liderler adamın peşinde koşuyorlardı. Para bulup getirdi. Ama paranın nereye gittiğini takip edemedik. Özel bir görevi vardı. Yerli sermayeyi biçerek YABANCILARA kapıları sonuna kadar açtı.
Bankalar ve sigorta şirketleri el değiştirdi.
Çıkacaktık daha çok battık!
* Aranan kan bulundu deniyordu!
Evet! Basın böyle söylüyordu.
Hazine, Merkez Bankası, Başbakanlık ve MEDYA birlikte ülkeyi batırıyordu. Bir gün Baykal'a rastladım. "Sakın bu adamı partinize almayın! Kim olduğunu bilmiyorsunuz!" dedim. "Bakarız" deyip gitti. Adamlarını CHP'ye koydu. Sonra oranın da icabına baktı!
* Güneş Taner, eşi Catherine Derviş'e "dikkat" diyor. Sizin fikriniz ne?
Yaşantısı alışık olduğumuz kuralların dışındaydı. Oturup kalktıkları insanlar vardı.
Umarım DEVLET takip etmiştir. Etmediyse yazık ki ne yazık! Biz özel hayat diye fazla kurcalamadık. Hata yaptık.
* ABD Büyükelçisiyle sık sık görüştüğü iddiası vardı o günlerde?Röportajın tamamı için tıklayınız.
Evet görüşürlerdi. Bunu bilmeyen yoktu. Ama nedense benim dışımda sesini çıkaran olmuyordu. Çok üzüldüğüm bir olay vardı. GSM ihalelerini yaptık. Kasaya 1 milyar dolar koyduk. Ama kahraman Derviş'in reçeteleri sayesinde o para da eriyip borca gitti! İhaleden sonra beni kutlayan Ecevit'in yüzündeki ifadeyi hiç unutmam.
Paralar gidince o teşekkürün de bir anlamı kalmadı ya...
KİMSE BULAMADI
Kemal Derviş, bakan olduğu dönemde ortadan kayboldu. Kimse nerede olduğunu bilemedi. Rahmetli Ecevit "12 gündür bakanımı bulamıyorum" diye dostlarına dert yandı."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)