25 Nisan 2016 Pazartesi

Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası

İnternet'te bir video dolaşıyor. Bir Azerbaycan televizyonunda spiker göz yaşları ile Türk Hükümetinin Azerbaycan'daki olaylara olan duyarsızlığını eleştiriyor.

Spikere hak vermemek elde değil. Azerbaycan'da kardeşlerimiz Ermenilere karşı bir savaş veriyor, ama bu Türkiye'nin gerek hükümeti, gerek medyası ve gerekse vatandaşları arasında gündeme gelmiyor. Bu Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde kan kardeşlerine karşı yaptığı ilk ayıp değil elbette.

Hemen hatırladığım Rusların savaş esiri olarak Almanlardan aldığı Kırım Tatar Türklerini trenlere doldurup Türkiye üzerinden Sovyetler Birliğine götürmesi ve sınırı geçtikleri anda hepsini kurşuna dizmesi. Bu duruma da o zamanki Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin seyirci kalması. Sadece bu mu? Hayır. Bir diğeri yine Azerbaycanlı kardeşlerimize yapılmıştı. Kırım Tatar Türklerine yapılanı başka bir yazıya bırakarak Azerbaycan'lı kardeşlerimize yapılanı anlatalım.

Iğdır ilimiz sınırları içerisinde sınırı teşkil eden Aras nehri üzerinde bir köprü vardır. Adı Boraltan Köprüsü olan bu köprüyü Kars'ta görev yaptığım zaman bende  ziyaret etmiştim. O zaman Türkiye ile henüz yıkılmamış olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında sınır teşkil eden Aras nehri üzerindeki bu köprünün hazin hikayesini ziyaretim esnasında bilmiyordum.

Olay 1944 yılında geçer. Stalin zulmünden kaçan 146 Azeri Türk (Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan Habertürk televizyonunda katıldığı bir programda Dışişleri eski Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil'in başka bir hariciyeci ile birlikte yazdığı bir kitapta iltica eden Azeri türk sayısını 407 kişi olarak belirttiğini söylemiştir.) öz kardeş saydıkları Türkiye'ye sığınmaya karar verip yola çıkar. Çeşitli badireleri atlatarak Boraltan Köprüsüne ulaşırlar. Köprüden geçerek Türkiye'ye iltica ederler ve sınır karakolundaki askerlerimize teslim olurlar.

Halk mülteci Azeri kardaşları'nı bağırlarına basar. Ankara'ya haber verilir. Herkes Azeri kardeşlerimizin kabul edileceğine emindir. Ancak Ankara'daki Milli Şefin;

"Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz!"

demeciyle Balkanlardan Kafkaslara bütün Türkler sarsılır.

Sovyetler, Azeri mültecilerin teslimi için bastırır. Ankara direnmez. Karar gecikmeden verilir: Geldikleri gibi giderler!

Karakol komutanı inanamaz. Emri defalarca teyit ettirir. Ancak Ankara’dan kesin ve net emir gelir, “Azerileri teslim edin”. Durumu anlayan Azeriler, Türk askerlerinin boynuna sarılıp yalvarır, “Ne olur bizi teslim etmeyin. Bizi burada siz kurşuna dizin, kendi toprağımızda, kendi öz gardaşımızın, kendi bayrağımızın altında bizi öldürün” derler. Ancak Ankara’dan gelen emir nettir.

Azeri mülteciler sınırı geçince öldürüleceklerini anlatırlar. Ama sesleri Ankara'dan duyulmaz. İltica eden 146 Azeri Türk zamanın hükümetinin emriyle trenlere doldurarak sınırından Ruslara teslim edilir. Azeri kardeşlerimiz Kars'tan geçerken, istasyon kenarındaki evlerde birçok insan bu faciayı görür. Trendeki Azeri kardeşlerimiz trenin geçtiği yerlerde  üzerlerinde ne kadar kıymetli eşya varsa trenin pencerelerinden halka atar. Sadece üzerlerinde gömlek ve pantolonları kalır.

İltica eden 146 Azeri Türk sınırı geçtiklerinde Sovyet askerleri tarafından makineli tüfeklerle taranarak kurşuna dizilir.

Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söylenir.

Bu olayında üstü de 'Mavi Alay' gibi örtülür. Yıllarca dillendirilmez.  Facia Ekim 1965'te yapılan seçim öncesinde Süleyman Demirel'in Adalet Partisi ve gazetesi "Adalet" tarafından 7 Ekim 1965 tarihinde gündeme getirilir. İmzasız başyazıda İnönü'nün 12 büyük günahı sayılırken Boraltan faciası da zikredilir.

Azerbaycan’lı Şair Almas Yıldırım, bu olayı  “Dönek Kardeş” adlı şiirinde dile getirir:

Türk denince özü, sözü mert olur,
Dost deyince ayrılmaz bir fert olur,
Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam,
Şimden geru bu bana bir dert olur.
Ben ne diyem bu vefasız dağlara,
Öz kardaşı dönek olan ağlara!

Türk; o Altayların dünkü eri mi?
Yolunda can koydum, verdim serimi,
Düştüğü ağlardan kurtulsun diye,
Serdim ayağına doğma yerimi…
Kardaş armağanı, dökülen kanlar,
Bana mükâfat mı giden kurbanlar?

Ben diyorum, Kayıhan’dır soyumuz,
Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,
Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, yıldız’ımız, ay’ımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,
Nerden doğdu bu imansız gayrılık?

Alnımın yazısı, karadır kara,
Karadan bir mendil yolladım yara,
Yol uzun, el uzak, yetişmez eller,
Türklüğün kanayan kalbini sara.
Felek kıymış beslenen bu dileğe,
Lânet Türk’ü hançerleyen bileğe.

Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.
Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan,

Ne bilem, kahpelik varmış soyunda,
Girdiğim öz yurttan döndürülürken,
Kanımın aktığı sınır boyunda
Açan lâlelerden bir çelenk örsem,
Türklük dünyasına armağan versem.
Murat Darga 1998 yılında Boraltan faciası için aşağıdaki şiiri yazar.
Boraltan bir köprü,
Aşar geçer Aras'ı.
Yuğsan Aras suyuyla,
Çıkmaz yüzün karası.

Karası, Karası,
Merhamet fukarası.
Karası, karası,
Merhamet fukarası.

Düşman bekler karşıda.
Önüne kattı beni.
Can alınan çarşıda,
Kardeşim sattı beni.

Dönüp seslendim geri
Merhametsiz birine
Beni siz vursaydınız
Şu gavurun yerine

Şiirin değiştirilen ve yayınlanmayan son iki dörtlüğü şöyledir:
Dönüp seslendim geri.
Paşasına erine,
Beni siz vuraydınız,
Şu moskof'un yerine.

Bu imiş meğer istirahat,
Yordum kadere, kısmete.
Uyusun şimdi rahat, rahat.
Deyin öldüğümü İsmet'e.
Daha sonra Esat Kabaklı bu şiiri seslendirir ve 2002 yılında çıkardığı Yalnız Türküler/ Göç adlı albümene kor. Bu ağıt'ı dinlemenizi tavsiye ederim. Boraltan Köprüsünü geçtikten sonra Sovyet askerleri tarafından kurşuna dizilerek şehit edilen kardeşlerimiz belki bizleri affeder.

O zaman Türkiye Cumhuriyeti'nin Sovyetler Birliği'ne kafa tutacak güçte olmadığını söyleyecek olursanız, bugün Güçlü Türkiye'den söz edenler acaba avuç içi kadar Ermenistan'a karşı Azerbaycanlı kardeşlerimizin yanında durduklarını güçlü bir şekilde göstermiyorlar.

4 Nisan 2016 Pazartesi

T.C.G. DUMLU DENİZALTI GEMİSİ BURDA BATTI. ANAHTAR İLE ETİKETLİ KAPAĞI AÇ. TELEFON İÇERİDEDİR. TELEFONUN DÜĞMESİNE BASARAK KONUŞ. TELEFONLA KONUŞAMAZSAN EN YAKIN LİMANA HABER VER. BOTUNU ŞAMADIRAYA BAĞLAMA.

ABD'de inşa edildi. 23 Nisan 1944'de “Blower” adı verilerek denize indirildi. İlk görevinde kaza geçirdi. 1950'de Marshall yardımı kapsamında Türk Deniz Kuvvetlerine verildi ve adı “Dumlupınar” oldu. 16 Kasım 1950'da Türk Deniz Kuvvetlerine teslim edildi. Çanakkale Boğazında 4 Nisan 1953'de meydana gelen kazada 78  mürettebatına mezar oldu.



NATO'nun “Mavi Deniz” (Blue Sea) tatbikatı 3 Nisan 1953 günü sona erer. Dumlupınar denizaltısı diğer donanma gemileriyle Gölcük'e dönmek üzere Çanakkale Boğazına girer.


Gece sat 02:10 denizaltının güvertesinde bulunan Üsteğmen Hasan Yumuk “Sancak 15” emrini verir. Kısa bir süre sonra Gemi Komutanı Yüzbaşı Şerif Çelebioğlu “Komuta bende! İskele alabanda! Tam yol tornistan” emrini verir. Dumlupınar denizaltısı Çanakkale Boğazının en dar ve kavisli noktalarından Nara Burnu civarında İsveç kuru yük gemisi Naboland ile karşı karşıya gelmiştir. Birkaç dakika sonra Dumlupınar denizaltısı Nobaland ile korkunç bir şekilde çarpışır.

Naboland denizaltının gövdesinde derin bir yara açar ve denizaltıyı sürükler. Çarpışmanın etkisiyle, Dumlupınar’ın köprü üstünde bulanan seyir personeli denize savrulur.

Çarpışma sırasında güvertede bulunan 8 denizciden, 2 gözcü er Naboland’ın pervanesine kapılarak, 1 astsubay ise boğularak şehit olur. Sadece 5 kişi kurtarılır. 86 mürettebatın geri kalanıysa, Dumlupınar’la ağır ağır boğazın karanlık sularına gömülür. Kaza esnasında denizaltında bulunan 86 personelden 22'si kıç torpido dairesinde mahsur kalır. Mahsur kalan bu 22 denizci “battı şamadırasını” bırakır. Battı şamandırası gün ağarınca balıkçı tekneleri tarafından görülür. Battı şamandırası üzerinde şu yazı vardır:

“T.C.G. DUMLU DENİZALTI GEMİSİ BURDA BATTI.  ANAHTAR İLE ETİKETLİ KAPAĞI AÇ. TELEFON İÇERİDEDİR. TELEFONUN DÜĞMESİNE BASARAK KONUŞ. TELEFONLA KONUŞAMAZSAN EN YAKIN LİMANA HABER VER. BOTUNU ŞAMADIRAYA BAĞLAMA.”

Daha önce denize düşen 5 denizciyi kurtaran 10 Numaralı Gümrük Motoru derhal şamandıranın yanına gelir. Gümrük Motorunun ikinci çarkçısı Selim Yoludüz, şamandıradaki ahizeyi kaldırır ve "Alo" diyerek cevap bekler. Denizaltıdan cevap veren Astsubay Selami Özben; elektriğin kesik olduğunu, geminin sancak tarafına 15 derece yatık olduğunu, kıç torpido dairesinde 22 kişi olduklarını bildirir. Selim Yoludüz, “Kurtaran” gemisinin geleceğini söyler. Saat 11:00 sularında Kurtaran olay yerine gelir. Üç gün çalışmalar durmaksızın sürer. Fakat boğazdaki şiddetli akıntı nedeniyle çalışmalar sonuçsuz kalır. Çalışmalar sırasında denizaltının “battı şamandırası” kopar ve Dumlupınar ile irtibat kesilir. Artık denizaltıdakiler için umutlar kesilir. Umutlar kesilince kıyıya toplanan binlerce Çanakkale'li dualarla ve gözyaşalarıyla Dumlupınar'daki denizcilerimizi ebediyete uğurlar. Milli Savunma Bakanlığı 7 Nisan 1953 sabahı yaptığı duyuruda 22 denizciden umut kesildiğini açıklar. Olay bütün yurtta derin üzüntüye neden olur.

Faciadan sağ olarak çarpışma esnasında güvertede olan ve denize düşen Denizaltı Komutanı Kıdemli Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu, Üsteğmen Kemal Ünver ve Üsteğmen Hasan Yumuk,  Seyir Assubayları Hüseyin Akış, Hüseyin İnkaya kurtulur.

Denizaltıdan sadece astsubay Ulvi Erhezar’ çıkmaya çalışır. Cesedi bulunur . Ciğerleri parçalanmıştır.

Üsteğmen Hasan Yumuk ile Gemi Komutanı Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu arasındaki ihtilaf, dalğıçların sadece Pendik önlerinde bu tür kurtarmalar için eğitim almış olması, akıntının olduğu derin sularda kurtarma için eğitim almamış olmaları, Kurtaran gemisinin bölgeye gelen kumandanları almak için zaman harcaması gibi birçok konu kazadaki ihmaller olarak sonradan tartışılacaktır.

Kaza İsveç ile Türkiye arasında diplomatik krize neden olur. Nobaland kaptanı hiç de hoş olmayan muameleye tabi tutulur. Komünist olmakla ve bilinçli olarak Dumlupınar'ı batırmakla suçlanır. Yargılanır, ağır hapis ve ağır para cezasına çarptırılır. Dumlupınar Komutanı Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu'da uzun yıllar süren yargılamalar sonunda hapis cezasına mahkum olur.

Noboland'ın da kaderi Dumlupınar ile aynı olur.  İki defa adı değiştirilen şilep  Nyland ve Broriver adını alır. 1956'da geçirdiği kazayı atlatsa da 1968'de yanar ve batar.

Bugüne kadar Türk Deniz Kuvvetleri'ne alınan denizaltılardan  üçünün kaderleri aynı olur. Farklı yıllarda, farklı modellerde, farklı tersanelerde inşa edilmiş olsalar da,  onları ortak kılan özellikleri kötü kaderleri ve hepsinin adının “Dumlupınar” olmasıdır.

İtalyan yapımı olan “Birinci Dumlupınar” denizaltısı Türk Deniz Kuvvetlerine 1931 yılında katılır. Karadeniz’de yapılan tatbikattan dönerken dümeni arızalanır, Haydarpaşa’da bir gaz tankeri ile çarpışır. Kazada can kaybı yaşanmaz ancak denizaltı 1949 yılında hizmet dışı kalır.

İkinci Dumlupınar yazımıza konu olan Dumlupınar denizaltısıdır. Çanakkale'nin karanlık sularında batar.

ABD yapımı “USS Cayman” denizaltısı da tıpkı diğer iki denizaltı gibi 1972 yılında hizmete “Dumlupınar” adıyla başlar. Filodaki 4. yılından sonra, 1 Eylül 1976'da Çanakkale Boğazı'nda Sovyet bandıralı “Sızik Vavilov” gemisiyle çarpışır. Karaya oturan denizaltında can kaybı yaşanmaz ama havuzda bakım onarımı yapılırken çıkan yangında denizaltı ağır hasar alır.

Dumlupınar adlı bu üç denizaltının yaşadıklarından sonra Türk Deniz kuvvetleri bir daha hiçbir gemisine Dumlupınar adını koymamıştır.

Bu yıldönümünde Çanakkale boğazında yaşanan kazada batan Dumlupınar denizaltısında şehit olan bütün denizcilerimize Allah (cc) 'tan rahmet diliyorum.





Vatan Millet Aşkına Geçen Çileli Ömür


İnsanlar onun adını ilk defa 27 Mayıs 1960 sabahı duydu. Güneşin ilk ışıklarının loş sokakları aydınlatmaya çalıştığı günün sabahında lambalı radyolardan  Ankara Radyosunda'ki gür ses:
“Aziz Vatandaşlar;
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.”
diyordu. Bu ses  ihtilâlin “Kudretli Albayı” Alparslan Türkeş'e aitti.

İhtilali yapanlar arasında daha sonra görüş ayrılıkları çıkınca 27 Mayıs İhtilâli’ni gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi üyelerinden (Komite 38 kişiden meydana gelmişti. İçlerinden General İrfan Baştuğ bir trafik kazasında ölünce, Komite 37 kişiye düşmüştür)  aralarında Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının bulunduğu 14'ü  13 Kasım 1960 operasyonu ile uzaklaştırıldı ve yurt dışına sürgün edildi. Bu sürgünde Türkeş'e Yeni Delhi (Hindistan) düştü.

Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960′da başlatıldı. Yassıada’da 11 ay süren mahkemelerde 592 kişi yargılanmış, 288 kişi hakkında idam cezası istenmiştir. Sonuçta Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiş, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi 6 aydan 20 yıla kadar çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 123 kişi beraat etmiş, 5 kişinin davası düşmüştür.

Bugün bile hala Alparslan Türkeş'i idamlardan sorumlu tutanlar olduğundan sürgündeki Alparslan Türkeş’in Cemal Gürsel’e gönderdiği 7 Eylül 1961 tarihli mektubu tarihî önemdedir.
“Orgeneralim,
Yeni Delhi,  7 Eylül 1961
Size asla yazmak niyetinde değil idim. Fakat bugün memleketin yüksek menfaatleri bakımından bazı hususların dikkatinize sunulması zaruri oldu.
Şöyle ki:
Yüksek Adalet Divânı birkaç güne kadar eski iktidar mensupları hakkında hükmünü verecektir. Adaletin hükmüne müdahale etmek ve daima hürmetkâr bulunmak şarttır. Ancak, hükümlerin infazı yurtta mevcut durumun nezaketi göz önüne getirilince, ayrıca incelenmeğe değer görülmüştür.
Yüksek Adalet Divânı’nın vereceği cezalar içinde idam hükümleri mevcut bulunduğu takdirde bunların tadil edilerek hafifletilmek cihetine gidilmesi çok faydalı olacaktır. Çünkü:
a) İdam cezalarının infazı, 13 Kasım’dan beri atılan çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş olan huzursuzluğu daha çok arttıracaktır.
b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında da milletimiz ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır.
c) Ölüm cezalarının infazı hâlinde, milletimizi bölen kin ve garaz duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayıs’ın amacı olan Millî Birlik ruhunun geliştirilmesini güçleştirecektir.
ç) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık, cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiçbir fayda yoktur.
Esasen siyasî suçlardan dolayı, ölüm cezaları verilmesi bugünün insanlık duygularına uymamaktadır.
Buraya kadar sıralanan mutalâalara ilâveten, hukuk bakımından da şu hususların incelenmesi lüzumludur.
I- Yüksek Adalet Divanının vereceği idam kararlarının nihaî incelenmesi, bununla ilgili kanunun yürürlüğe girdiği tarihte tek meşru yasama organı bulunan 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi’ne ait idi.
II- Bugün ise, yasama organı yalnız başına 13 Kasım Komitesi değil, Temsilciler Meclisi ile birlikte Komite’den meydana gelen Kurucu Meclis’tir.
III- Türk Anayasası’na göre, idam hükümlerinin nihaî incelenmesi, yasama organlarına aittir. Şu halde, bugün Yüksek Adalet Divanı’nın vereceği idam kararlarının yalnız 13 Kasım Komitesi’nce incelenmesi hukukî ve meşru olamaz.
Aksi hâlde, millet ve tarih önünde sorumlu olacağınızı hatırlatırım.
Saygılarımla,
Alparslan Türkeş"

Alparslan Türkeş’in 815 günlük sürgün hayatı 22 Şubat 1963′de sona erdi.. Hindistan’dan ailesi ile birlikte Lübnan’a gelen Türkeş burada eşi ve çocuklarını Beyrut’tan Ankara’ya gönderdi. Kendisi ise İsviçre’ye geçti. Burada Dündar Taşer ile görüştü. Daha sonra Bern, Brüksel ve Paris’e geçerek 14′ler grubunun diğer mensuplarıyla buluştu. Avrupa’da bulunduğu süre içinde arkadaşlarıyla yaptığı görüşmelerde daha çok Türkiye’de takip edecekleri siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde fikir yürüttüler.

Bu görüşmelerden sonra Muzaffer Özdağ ile Türkiye’ye doğru yola çıktılar. Yugoslavya’ya geldiklerinde Muzaffer Özdağ’ı Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye gönderdi. Kendisi ise Üsküp, Makedonya üzerinden Selânik’e geçti. Burada Batı Trakya Türkleri ile çeşitli görüşmeler yaptı. Nihayet 22 Şubat 1963 günü Kapıkule’den giriş yaparak Edirne’ye geldi. Edirne’de Muzaffer Kaplan ve kalabalık bir vatandaş topluluğu tarafından karşılandı. Kafile hâlinde İstanbul’a geldi. İstanbul’da basın toplantısı yaparak daha önce hazırlamış olduğu “Millete Beyanat” adlı metni Türk milletine sundu. 24 Şubat’ta ise Ankara’ya geldi. Alparslan Türkeş’in yurda dönüşü münasebetiyle yayımladığı beyanatı önemlidir.
"Sevgili Vatandaşlarım,
Ülkü ve inancından vazgeçmez bir insan olarak, iki yıl önce aranızdan ayrılmış uzaklara gitmiştim. Bugün yine aynı azim ve imanla dolu ve Türk milletinin geleceği hakkında büyük ümitler taşıyarak, sevinç ve heyecan içinde tekrar sizlere kavuşmuş bulunuyorum.
Sizlerden biri ve sırdan bir vatandaş bulunmak övünç ve heyecanımın tek kaynağını teşkil etmektedir.
Söze başlarken, millet iradesinin her şeyin üstünde tutulmasını ve ona herkes tarafından saygı ve itaat gösterilmesini, bir selâmet yol olarak gördüğümü tekrar belirtmek isterim.
27 Mayıs sabahı yazarak sizlere radyodan yayınladığım yazımın mana ve ruhuna daima sadık kaldım ve bugün de memleketin huzur ve yükselişini bu beyanatın belirttiği ruh ve yönde görmekteyim.
Irk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin, vatandaşların refah ve saadetini sağlamak ve insana değer veren insanca bir zihniyetle memlekette huzur ve istikrarı sür’atle tesis için her çeşit gayret gösterilmelidir.
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ilkelere daima bağlı kalınmalı ve hürmet edilmelidir.
Mübarek vatan topraklarına ayak bastığım şu günlerde sizlere 27 Mayıs’ın gayelerini, her türlü hırslı ve bencil tutumlara karşı göğüs germiş yetkili bir kimse olarak açıklamakta fayda görüyorum.
Sevgili vatandaşlarım,
27 Mayıs hiçbir parti ve zümreye karşı ve herhangi bir şahıs, zümre ve parti lehine bir hareket olarak yapılmamıştır.
27 Mayıs iktidarda bulunan bir partiyi silâh zoru ile iktidardan indirip onun yerine bir muhalefet partisini oturtmak için, yani adî bir hükûmet darbesi olarak düşünülmemiştir. Onun kökleri, asil gayeli kaynaklara inen derinliklerdedir.
Bunun aksini söylemiş ve söylemekte bulunanlar memlekete büyük zarar vermiş ve hâlen de vermeye devam eden kimselerdir.
27 Mayıs, sefalet, yokluk ve karanlık içinde sahipsiz olarak bırakılmış bulunan köylü ve halk kitlesini en kısa yoldan ve hızla modern uygarlığa ulaştırmak, Türk devletini kendi gücü ile ayakta durabilecek hâle getirmek için yapılmıştır.
27 Mayıs, politika bezirgânlıkları ve şahsî menfaat hırsları ile tehlikeye düşürülen Millî Birliği korumak, kardeş kavgasına meydan vermemek gayesiyle yapılıştır.
27 Mayıs, memleketin savunma gücünü en yüksek dereceye çıkarmak, Türk Silâhlı Kuvvetlerini II. Cihan Harbi başından beri terkedilmiş olduğu, ihmal ve bakımsızlık çukurundan kurtarmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak, bütün milleti içine alan bir yardımlaşma teşkilatı kurarak hiçbir vatandaşı yardımsız ve sahipsiz bırakmamak için yapılmıştır.
27 Mayıs, güzel sanatlar ve spordan halk hizmeti için faydalanarak aydınları ve gençleri köylere ve halkın içine gönderip, halkla harman ederek, memleketi hızlı kalkındırmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, Ülkü ve Kültür Birliği ve Türk Kültür Dernekleri gibi kurullarla uyanıklık sağlamak ve millî kültürü geliştirerek Millî Birliğimizi sağlamlaştırmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, ilmî meş’ale yaparak hızla kalkınmak ve Türk milletini en kısa zamanda atom ve feza çağına sokmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, Türkiye’yi muzır cereyanların manevî istilâsından kurtarmak ve onu millî özelliğe sahip hür bir fikir ve vicdan hayatına kavuşturmak için, yani kısacası Türk Rönesansını yaratmak için yapılmıştır.
Muhterem Vatandaşlarım,
Bugünkü tutum ve hızla yukarıda sıralanan hedeflere kaç yüz senede ulaşılabileceği düşünülmeli ve bu geçecek yüz yıllar sırasında, modern memleketlerin bizi beklemeyecekleri de hesaba katılmalıdır.
Sevgili vatandaşlarım,
Bugün dünya atom ve feza çağının eşiğinden içeriye adım atmış bulunmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeler, nasıl sosyal, ekonomik ve politik hayatı alt üst etmişse, gelmekte olan atom ve feza çağı da büyük değişikliklere sebep olacaktır. Bir sıçrama yaparak çağlar üzerinden atlayıp atom ve feza çağına girmek zorundayız. Türkiye bir varolmak veya yok olmak dâvasıyla karşı karşıyadır. Bizi birbirimize düşürmek ve devletimizi parçalamak için içte ve dışta tehlikeli cereyanlar gelişmektedir.
Birbirimize karşı davranışlarımızda, daima karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörürlük duygusu hâkim olmalıdır.
Siyasî partiler, bir saltanat vasıtası ve bir gaye olarak değil, sadece memlekete ve millete hizmet için bir vasıta olarak kabul edilmelidir.
Her kim olursa olsun, bütün vatandaşlara karşı şefkat. Sevgi ve kanun himayesi şart sayılmalıdır. Fikirlerini kabul etmediğimiz veya şahsî aykırılığımız bulunanlara da, insanca, hukuk düzeni içinde işleme tabi tutulması esas olmalıdır.
Millet ve memleket faaliyetleri, ilim ve tekniği her şeyin üstünde tutan bir görüşle düzenlenmeli ve iktisadî hayat hemen harekete getirilmelidir. Türkiye’mizin endişesiz yarınına güvenen çalışkan insanlar diyarı olarak ufuklarda yükselmelidir.
Aziz vatandaşlarım,
Türk milleti bölünmez kutsal bir bütündür.
Bizler belirli bir fikir ve davayı temsil ile onun bayrağını taşıyan insanlarız. Bizi şu veya bu siyasî teşekküle izafe etmek yerine bütün bir milletin sadece hâdimi olarak kabul etmek gerekir.
Sevgili vatandaşlarım,
Mensubu olduğumuz Türk milleti, büyük kabiliyetlere ve büyük güce sahip bir millettir. Kudretimiz ve irademiz, önümüzdeki güçlükleri yenmeye ve bize çevrilmiş olan tehlikeleri göğüslemeye yeterlidir.
Ey geçmişin büyük fırtınaları, eşsiz ve şerefleri içinden gelen ve mutlu yarınlara elbette erişecek olan büyük Türk milleti.
Selâm, sevgi, muhabbet sana..”

Alparslan Türkeş Hindistan sürgününden sonra Ankara’ya yerleşti. Gaziosmanpaşa semtindeki evinde ilgi odağı hâline geldi, ziyaretçi akınına uğramıştı. Eski arkadaşları peşini bırakmamış, kimileri tekrar “ihtilâl” yapmayı, kimileri ise “siyaset” yapmayı teklif ediyordu.

Bu sıralarda Türkeş’in eski arkadaşı olan Emekli Albay Talat Aydemir yeniden darbe yapma planlarına  Alparslan Türkeş’i de dahil etmek için büyük çaba sarf etmiştir. Ancak Aydemir bu konuda başarılı olamamıştır. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan arkadaşlarıyla birlikte 20-21 Mayıs 1963′te ikinci kez darbe teşebbüsünde bulunmuşlar ancak bu hareketin sonu hüsran olmuştur ve bu teşebbüslerinin bedelini ağır ödemişlerdir. Fethi Gürcan ve Talat Aydemir idam edilmiştir.

Sürgünden dönüşü ile birlikte ilgi odağı hâline gelen Türkeş'e AP'den partiye katılam daveti geldi. AP’lilerin yanı sıra CKMP’liler de kendisini partilerine davet etmişlerdi. Türkeş “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni kurarak partileşme çalışmalarını buradan yürütmeye başladı.

Partileşme faaliyetlerinin hız kazandığı bu yıllarda Alparslan Türkeş’in kader birliği yaptığı arkadaşları 18 Mayıs 1963 günü AP’lilerle bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmada Türkeş’in AP’ye genel başkan olarak seçilmesi plânlanmıştı. Ancak 21 Mayıs Hareketi bu plânın gerçekleşmesini engellemiştir.

21 Mayıs sonrasında dört ay tutuklu kalan Türkeş beraat ettikten sonra siyasî faaliyetlerine hız verdi. Arkadaşlarıyla yaptığı görüşmeler sonrasında CKMP’ye daha sıcak bakılmaya başlanmış, AP ve YTP’deki milliyetçilerin de orada toplanabilecekleri düşünülmüştü. Bu arada CKMP Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı bu görevinden ayrılmıştı. CKMP’nin yöneticilerinden ve bu tarihlerde Devlet Bakanı olan Mehmet Altınsoy, Ahmet Oğuz ve parti Genel Başkan Vekili İrfan Baran, Alparslan Türkeş’i partilerine davet ederek genel başkanlık teklif ettiler. Türkeş 27 Mayıs Hareketi’nden itibaren bir siyasî parti hüviyeti altında ülkeye hizmet etmeyi düşünmekteydi. Sürgünde bulunduğu süre içinde bu fikrini olgunlaştırmış, Türkiye’ye dönüşünden itibaren ise en uygun zemini kollamıştı. Türkeş ve arkadaşlarının CHP’ye girmeleri mümkün değildi. AP ile zaman zaman temasları olmasına rağmen 21 Mayıs Hareketi sonrasında tutuklanması bu parti ile olan münasebetinin kesilmesine sebep oldu. CKMP’den gelen ısrarlı davetler Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye katılma kararını kolaylaştırdı. Yeni bir parti kurmaktansa, güç kaybetmeye başlamış olan CKMP’nin kuvvetlendirilmesi düşünülerek bu parti tercih edildi.

Böylece Alparslan Türkeş, 14′lerden 9 arkadaşı ile birlikte, 22-23 Şubat 1964 tarihinde yapılan CKMP kongresinde bu partiye resmen katılmış oldu.
Alparslan Türkeş ve dokuz arkadaşının CKMP’ye girmesinden sonra Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer CHP’ye, Muzaffer Karan da Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) girdiler. Böylece 14′lerin aktif siyasete başlamasıyla parçalanmaları birlikte oldu. Ancak çoğunluk Türkeş'in yanında yer aldı.

Bu arada 17 Kasım 1963′te yapılan yerel seçimler AP’nin zaferiyle sonuçlandı. Oyların %48,87′sini AP, %36.97′sini CHP, %6.5′ini YTP, %2.6′sını CKMP alırken kalan %8′lik kısım Millet Partisi, Türkiye İşçi Partisi ve bağımsızlar arasında paylaşılmıştı.

CKMP 30 Temmuz 1965 tarihinde Olağanüstü Kongreye gitti.  Bu Kongrede yapılan seçimlerde Alparslan Türkeş büyük bir oy farkıyla 1 Ağustos1965 tarihinde CKMP Genel Başkanlığına seçildi.

Alparslan Türkeş’in Genel Başkan seçilmesinden sonra CKMP, yeni program ve kadrosuyla girdiği 10 Ekim 1965 seçimlerinde aldığı 208.696 (%2.2) oy ile 11 milletvekili çıkarabilmiştir.

10 Ekim 1965 günü yapılan genel seçimlerden çıkan netice AP’nin tek başına iktidarı anlamına geliyordu. Seçim sonuçları şu şekilde oluştu:
AP %53 oy ile 240 milletvekili
CHP %28.7 oy ile 134 milletvekili
MP %6 oy ile 31 milletvekili
YTP %3.7 oy ile 19 milletvekili
TİP %2.9 oy ile 15 milletvekili
CKMP %2.2 oy ile 11 milletvekili.

6-8 Şubat 1969'da Adana il kongresinde CKMP adı Milliyetçi Hareket Partisi ve terazi olan amblemi de üç hilâl olarak değiştirildi.

1966 yılı başlarında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in sağlık durumu bozuldu. 27 Mart 1966 tarihinde, Başbakanlığın isteği üzerine Gülhane Askeri Tıp Akademisinde toplanan 37 kişilik “Müşterek Sıhhî Kurul”, iki rapor düzenleyerek, “Gürsel göreve devam edemez. Vücut ölmüştür” kararını vermiştir.
28 Mart 1966 günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılmış, Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü Prof. Dr. Ragıp Üner'in Cevdet Sunay’ın, öncelikle Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü seçilmesine imkân sağlayabilmek için senatörlükten istifa etmesiyle Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü olan Cevdet Sunay’ın adaylığının yanı sıra CKMP Genel Başkanı Ankara Milletvekili Alparslan Türkeş de Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koymuştur.

Cumhurbaşkanlığı için yapılan seçim sonunda  Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay, oylamaya katılan 532 üyenin 461′inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Aynı seçimde aday olan Alparslan Türkeş, 11 oy alır.

1969 ve 1973 yıllarında Adana milletvekili olarak parlamentoya seçildi. 1975'ten sonra Milliyetçi Cephe adı verilen koalisyon hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulundu. 12 Eylül darbesi sırasında diğer bütün parti liderleri evlerinde yakalınıp tutuklandı. Ancak Türkeş yakalanamadı. Dört gün sonra teslim oldu. 9 Nisan 1985'e kadar 4,5 yıl tutuklu kaldı. İdam cezasıyla yargıladı beraat etti.

1987'de siyaset yasağının kalkmasıyla birlikte Milliyetçi Çalışma Partisi'ne girdi ve aynı yıl yapılan olağanüstü kongrede genel başkanlığa seçildi. 1991 genel seçimlerinde RP ve IDP ile seçim ittifakı yapan MÇP lideri Türkeş, Yozgat milletvekili olarak yeniden parlamentoya girdi.

1992'de 12 Eylül darbesi ile kapatılmış olan partilerin eski adlarını alması hakkında Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikle MÇP'nin ismi de 1993 yılında MHP olarak değiştirildi.

1995 genel seçimlerinde parlamento dışı kaldı.

Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997'de geçirdiği kalp krizi sonucu Ankara'da hayata veda etti. Kurtların sevdiği bir havada "Başbuğ Türkeş"i seven milyonlar 8 Nisan 1997 Salı günü daha önce Ankara'nın şahit olmadığı bir cenaze töreni ile O'nu ebedi hayata uğurladı. Belkide Cumhuriyet tarihinin ilk sivil “resmi” cenaze töreniydi. Cenazede sadece göğe yükselen tekbir sesleri vardı. “Allâhû Ekber!, Allâhû Ekber!”

Allah'ın (cc) rahmeti üzerine olsun.

Kurtlar puslu havada
Toplandı Ankara'da
Giden heybetli çınar
Milyonlarsa arkada
Yandı yürekler yandı
Yağan kar ile sönmez
Milyonlar bir ağızdan
Diyor başbuğlar ölmez
Başbuğlar ölmez
Vatan millet aşkına
Geçen çileli ömür
Yatak yorganda değil
Çınar ayakta ölür
Yandı yürekler yandı
Yağan kar ile sönmez
Milyonlar bir ağızdan
Diyor başbuğlar ölmez
Başbuğlar ölmez
Neyler Kerkük'te Türkmen
Türkistan neyler onsuz
Sabır ver yüce Mevlam
Kaldık başsız ve kolsuz
Yandı yürekler yandı
Yağan kar ile sönmez
Milyonlar bir ağızdan
Diyor başbuğlar ölmez
Başbuğlar ölmez

Söz ve Müzik: Mustafa Yıldızdoğan