10 Ekim 2016 Pazartesi

Sizce bu toprakların huzur bulması mümkün mü?

Hz. Ali devrinin adamı değildi. Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) mahremiyet dairesinde terbiye edilmiş, insani meziyetlerin hepsini nefsinde toplamış ve hiç bir vakit Hak ve adaletten ayrılmamıştı.

Hz. Ali fazileti hiç bir zaman zerre miktarı olsa terketmedi. Düşmaları kazanmak için her yolu denemişlerse de Hz. Ali bilmesine rağmen namus ve fazilete aykırı hiç bir harekete itibar etmedi.

Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra zaruri olarak hilafet makamına seçilmiş, bu durum Haşimioğulları ve Ehl-i Beyt için felaket olmuştur.

25 Eylül 2016 Pazar

Ah yalan dünyada yalan dünyada

Neşet Ertaş

Yaşar Kemal'in deyişiyle "Bozkırın tezenesi", abdallık geleneğimizin son büyük temsilcisi, aramızdan ayrıdığından beri dört yıl geçmiş. Seni rahmetle anıyorum.


Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın
Ben de gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım boş yere kandım
İrengi gözümde solan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu
Sana karşı benim hayalim çoğdu
Felek bulut oldu üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada


9 Eylül 2016 Cuma

Buhara'dan Gelen Kılıç

Bugünlerde Türk Milleti bu son vatan toprağımızı bölmek isteyen emperyalist devletlere karşı  büyük bir savaş veriyor.  Sizleri günümüzden bu Anadolu topraklarındaki son Kurtuluş Savaşı günlerine götürmek istiyorum.

Osmanlı Devleti parçalanmış, Anadolu toprakları emperyalist devletler tarafından işgal edilmiş, Mustafa Kemal Paşa ve bir avuç arkadaşı ülkenin kurtuluşu için bu millete önderlik etmekte. Ancak para ve silah temini büyük problem. Bu günlerde Rusya'da Bolşevik Devrimi gerçekleşmiş. Mustafa Kemal, Sovyetlerle anlaşma yapmak ve yardım için Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşeh'i Moskova'ya gönderir. Moskova silah yardımı yapabileceklerini ancak maddi yardım yapamıyacaklarını söyler.

Bu sırada Buhara Halk Cumhuriyeti ilk Cumhurbaşkanı Osman Hoca (Osman Kocaoğlu 1878-1968) bu durumu haber alır ve  kendilerinin yardım yapabileceğini bildirir. Yardımı Anadolu'ya ulaştırmanın tek yolu Kazan-Moskova arasındaki demiryolu hattıdır. 100 milyon ruble altın demiryolu ile Moskova'ya gönderilir. Buhara Halk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Osman Hoca bu altınlarla birlikte 3 Kuran'ı Kerim ve 3 kılıç da gönderir. Ruslar bu altınlardan 10 milyon ruble altını Anadolu'ya gönderir. Gönderilen silahların bedeli olarakta 10 milyon ruble altın kabul edilirse yaklaşık 80 milyon ruble altına Ruslar el koyar ve Anadolu'ya göndermez. Buhara'nın bu durumdan hiç haberi olmaz. Bu yardım Anadolu'da Sovyet yardımı diye bilinir. Aslında yardım Buhara'daki kardeşlerimizin yardımıdır. Daha da öncesine gidersek Buhara'dan gelen bu altınlar Büyük Türk Hakanı Emir Timur'un altınlarıdır.

Türk Ordusu 26 Ağustos 1922 de başlayan Büyük Taarruz sonucunda Anadolu'yu işğal eden Yunan birliklerini önüne katarak 9 Eylül 1922 günü İzmir'e girer. İzmir'e ilk giren birlik Yarbay Ahmet Zeki Bey (Tümgeneral Zeki Soydemir) komutasındaki 2. Süvari Fırkası (Tümen)'dır. Ahmet Zeki Bey öncü olma görevini 2. Süvari Fırkası, Dördüncü Alay Komutan Yardımcısı Yüzbaşı Şerafeddin Bey'e verir. İzmir'in kurtulu ile ilgili belgesellerde gördüğümüz Hükümet Konağı'nın balkonuna çıkarak Türk bayrağını çeken Yüzbaşı Şerafeddin Bey'dir.

Mustafa Kemal Buhara Halk Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Osman Hoca'nın gönderdiği 3 kılıçtan birisi olan "üçüncü kılıcı" İzmir'e ilk giren Dördüncü Alay Komutan Yardımcısı Yüzbaşı Şerafeddin Bey'e hediye eder.

Şerafeddin bey daha sonra Albay olarak emekli olduktan sonra İstanbul'a yerleşir. Şerafeddin bey 6 Kasım 1951'de vefat edince, eşi Siret Hanım, "üçüncü kılıcı" İzmir'de açılması planlanan İnkılap Müzesi'ne verilmek üzere İstanbul Valiliği'ne kendi eliyle götürüp teslim eder. Ancak kılıcı Siret hanımdan emanet alan dönemin yetkilileri kılıcı İnkılap Müzesine ulaştırmaz. Bugün kılıç nerededir bilinmez. Sadece kılıç mı bugün İzmir'in hiçbir yerinde Yüzbaşı Şerafeddin Bey ile ilgili en ufak bir bilgide yoktur.

Osman Hoca 1922 yılı sonuna kadar Buhara Halk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak görev yapar. Buhara'yı işgal eden Sovyetler'in çekilmesini ister. Rusların tepkisi üzerine 10 Nisan 1922'de Afganistan'a gider. Amacı altın karşılığı İngilizlerden silah almaktır. Ancak ingilizler Osman Hoca'ya silah vermezler. Aynı tarihlerde Enver Paşa'da Ruslar tarafından öldürülür. Buhara'ya dönerse öldürüleceğini öğrenen Osman Hoca daha sonra Eylül 1923 ayında Türkiye'ye gelir. Mustafa Kemal ile görüşür. Kendisine milletvekili maaşı bağlanır.

Osman Hoca İstanbul'da da boş durmaz. Yeni Türkistan dergisinde yazdığı yazılarda ve verdiği konferanslarda Sovyet Rusya'nın Türkistan'da uyguladığı sömürgeci politikaları eleştirir. Rusların baskılarına rağmen, Mustafa Kemal'in koruması altında olan Osman Hoca, yazılarına ve konferanslarına devam eder. Fakat Atatürk'ün ölümünün ardından Osman Hoca'nın arkasında duran kimse kalmaz. Ruslar istiyor diye Türkiye'den sürülür. Celal Bayar Başbakan'dır. 1939'da önce Polonya'ya, oradan da İran'a gitmek zorunda kalır. Acı ama gerçektir; kurtuluşuna gönderdiği altınlarıyla destek veren bu saygıdeğer insana Türkiye Cumhuriyeti, Rusların baskısı nedeniyle, sahip çıkmamıştır.

Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında, 1945 yılında yeniden İstanbul'a dönen Buhara Halk Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı Osman Hoca, 28 Temmuz 1968'de Hakk'ın rahmetine kavuşur ve Üsküdar'daki Özbekler Tekkesi'nin haziresinde toprağa verilir.

Yüzbaşı Şerafeddin Bey'e ve Buhara Halk Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı Osman Hoca'ya tüm şehitlerimizle birlikte Allah (cc)'tan  rahmet diliyorum. Mekanları Cennet olsun.


(1) Bu kılıçlardan birisi Mustafa Kemal Paşa'ya, diğeri ise İsmet Paşa'ya hediye edilmiştir.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Karahisarî Mushaf-ı Şerifi

Türkler hat sanatını tekâmül zirvesine çıkarmışlardır. Türkler'in yazı sanatındaki bu başarısı "Kur’an  Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözünü dedirtmiştir. Hat sanatının zirve eserlerinden birisi Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile Hattat Ahmet Karahisari tarafından yazılmaya başlanan Kur'an-ı Kerim'dir. Karahisarî  "Mushaf-ı Şerifi" 16. yüzyılın hatta Osmanlı medeniyetinin en büyük şaheserlerinden birisi olarak kabul edilir. Orijinali 61.5 x 42.5 santimetre boyutunda olan eserin 220 yaprağı 1554-1555 yılları arasında Ahmet Karahisari tarafından, sanatçının ölümü üzerine kalan 80 yaprağı ise 1584-1587 yılları arasında Sultan III.Murad'ın himayesinde Hattat Ahmet Karahisari'nin manevi evladı Hattat Hasan Çelebi tarafından yazılmıştır.

Süslemeleri ve cildi ise 1584-1596 yılları arasında nakkaşlar tarafından tamamlanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, III. Murat ve III. Mehmet olmak üzere 3 padişah döneminde yazılabilen Osmanlı dünyasının en güzel ve en büyük Kur'an-ı Kerim’inde nakkaşlar, müzehhipler ve ciltçiler tüm hünerlerini ortaya koyarak bu şaheseri ortaya koymuşlardır. Ahmet Karahisari Mushaf-ı Şerifi  Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hırka-i Saadet kitapları arasında 5 numara ile kayıtlı bulunmaktadır.

Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)
 
Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)

Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)
 
Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)
 
Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)

Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)

Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)

Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)

Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)

Karahisari Mushafı Şerifi (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi)
Bu şaheserin ilk  tıpkı basımı 1981 yılında İtalya'da yapılmıştır.  Kültür ve Turizm  Bakanlığı tarafından kuşe kağıda 40 X 55 santimetre boyutunda iki defa tıpkıbasımı yapılan eserin son olarak 2009 yılında Üçüncü Baskısı yapılmıştır. Bu Üçüncü Baskı Kültür ve Turizm  Bakanlığı Geleneksel El Sanatları ve Mağazalar İşletme Müdürlüğü'nden temin edilebilir. Hat sevdalılarına, bu essiz eserin bir tıpkıbasımını kütüphanelerine katmak isteyenlere çok az sayıda kalan tıpkıbasımından bir tanesini biran önce temin etmelerini tavsiye ederim.

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)
Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)

Karahisari Mushafı Şerifi (Kültür ve Turizm Bakanlığı Tıpkıbasım)


Klâsik Türk Sanatları Vakfı bu muazzam eserin tıpkıbasımının yapılıp hem sanatkâr öğrencilerin hem de ilimle meşgul olan kesimlerin istifade etmesi, daha da önemlisi, ülkemizin yazma eser kütüphanelerindeki kıymetli yazmaların da tıpkıbasımlarının yapılarak vakıf bünyesinde görsel ve sayısal bir kütüphane oluşturma düşüncesiyle geçtiğimiz yıllarda, Topkapı Sarayı Müzesi'ne bir tıpkıbasım cihazı kurarak, uzman bir ekip eşliğinde Ahmed Karahisârî Mushaf-ı Şerifi'nin tarama çalışmalarını başlatmıştır. Bu çalışmalar sonuçlanmış ve Karahisarı Mushafının tıpkıbasımı yapılmıştır.

Bugün bu konuya değinmemin nedesi ise Osmanlı medeniyetinin en büyük şaheserlerinden kabul edilen Karahisarı Mushafı'nın tıpkıbasımı büyük bir titizlikle gerçekleştiren matbaayı ziyaret etmemdir. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.


19 Mayıs 2016 Perşembe

Hünkar Mustafa Kemal Paşa'yı ikna etti!

Ülkemizin bir bölümünden hergün yüreklerimizi dağlayan şehit haberleri gelirken Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı kabul edilen 19 Mayıs'ın yıldönümündeyiz. Şimdi Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a gittiği günlerin öncesine İstanbul'a gidelim.

Mustafa Kemal Paşa Yıldız Sarayında Padişah Vahidüddin'in karşısındadır.



Samsun'a bir müfettiş gönderileceğini duyan Padişah Vahidüddin şehzadeliğinden beri tanıdığı Mustafa Kemal Paşa'nın da dikkate alınmasını ister.(1) Mustafa Kemal Paşa'yı bu göreve hiç kimse teklif etmemiş bizzat Padişah Paşa'nın bu yeni göreve tayinini istemiştir. Bunu güçlendiren bir diğer husus Mustafa Kemal Paşa'nın tayinine ait irade-i seniyyenin en ufak bir tereddüt gösterilmeden derhal çıkmasıdır. Harbiye Nezareti (Savunma bakanlığı) , Mustafa Kemal Paşa'nın tayinini Padişah'a arz edilmek üzere 30 Nisanda Sadarete yazmış ve aynı gün Padişah'ın iradesi alınmıştır.

Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a gönderilişinin gayesi İngilizlere bölgedeki huzursuzluğu giderecek, aşayişi temin edecek ve Şark Ordusundaki direnişi ortadan kaldıracak general bu kişidir diye izah edilmiş, asıl gaye Padişah tarafından kendi hükümetinden bile saklanmıştır.


Padişah Yıldız Sarayın'daki bu son görüşmesinde Mustafa Kemal Paşa'ya içinde bulunulan durumda ülkeyi kurtarmak için İstanbul'dan herhangi bir hareket beklemeye imkan olmadığını, milli direnişin Anadolu'dan başlaması gerektiğini ve bu amaçla Anadolu'ya gönderildiğini söylemiştir. Padişah Paşa'ya kendi kesesinden miktarı muhtelif altın, bir "Hatt-ı Hümayun” ve üzerinde Padişah'ın adının ilk harfleri işlenmiş altın bir saat vermiştir.

Bu görüşmeden sonra Başyaver Naci Paşa yaverler odasına gelip “ Hünkar Mustafa Kemal Paşa'yı ikna etti!” diye haykırmıştır.

Mustafa Kemal Paşa bir gün sonra Bandırma vapuruyla Samsun'a hareket etmiştir.

Allah (cc) Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkışıyla başlayan Türk'ün son varolma mücadelesine bir şekilde katkısı olan bütün şehitlerimize rahmet eylesin.

Kaynaklar:

1. Sultan Vahidüddin karşıtı CHP'li Sabahaddin Selek'in “Anadolu İhtilali” adlı eserinden;

“Vahidüddin'in kaçmasını takiben, 150'lik listeye dahil olmadığı halde memleketi terk eden Radi Azmi Yeğen Beyin ifadesine göre, sabık Sultan, San Remo'da bir gün kendisine şöyle demiştir:
- Samsun'a bir müfettiş gönderileceğini öğrenince yaveranımdan Erkan-ı Harp Mirlivası Mustafa Kemal Paşa'yı da nazar-ı itibara alınız, diye ikaz eyledim!”.
2. Eski Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Beyin Avrupa'da yayınladığı belgeler. Eski Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey Milli Mücadele zaferle neticelenip ona uzak ve karşı oldukları için 150 kişilik kara listeye dahil edilenlerdendir. Paris'e yerleşip "Zincire Vurulmuş Cumhuriyet" adıyla bir gazete çıkarmaya başlamıştır. Bu gazetede değerli belgelerde yayınlamıştır. Bu belgeler arasında Padişah'ın emriyle Mustafa Kemal Paşa'ya tam vapura vereceği sırada Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) örtülü ödeneğinden verilen 25 bin lira ödeneğin belgeside vardır. Bu ödeme CHP'li Sabahaddin Selek'in “Anadolu İhtilali” adlı eserinde de kabul edilmiştir.

3. Kazım Karabekir'in hatıraları

4. Mustafa Kemal Paşa'ya usül ve teamüllere aykırı olarak verilen Hatt-ı Hümayun. Bütün Osmanlı tarihi boyunca buna benzer bir fermanın herhangi bir kişiye verildiği görülmemiştir. Ferman şöyledir;

“ Yaverlerimden Kurmay Tuğgeneral Mustafa Kemal Paşa'ya:
 Umumi Harbin müttefikler hesabına kaybedilmesi üzerine doğan siyasi durum, büyük atalarımın mülkünü ve Hilafet ve Saltanat makamını çetin ve korkulu bir yere sürüklediğinden hükümetimin karariyle atandığınız mıntıkada aşayişi sağlamak ve şahane rıza ve dileğime aykırı hallerin meydana gelmesini engelleyerek ve topyekun korkulu şeylerin define cehd ve gayret göstererek milletimin dokunulmazlığını gerçekleştirmek ve memleketimin saldırgan ellerden kurtarılmasını sağlamak için tek vücut halinde davranılmasını şahane selamımla beraber asker ve memurlara ve halka bildirilmek üzere irade ettim!”

3 Mayıs 2016 Salı

3 Mayıs

Kendisini en derin saygıyla andığım şair ve yazar Yavuz Bülent Bâkiler Türkiye'de çok ciddi bir Türk düşmanlığı olduğunu, hatta bir zamanlar Türkiye'de Türk Düşmanlığı ismiyle bir kitap yazmayı bile düşündüğünü yazmıştı bir kitabında. Türkiye'de Türk düşmanlığı her dönemde görülen bir durum. Bazen bu düşmanlık artış gösteriyor. Tarihimizde bunun somut örnekleri var. Günümüzde de Türküm demek neredeyse suç sayılır oldu.

Milli Şef İnönü döneminde yapılan gizli komünizm faaliyetlerinden rahatsız olan yazar, şair ve tarihçi Hüseyin Nihal Atsız dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu'na hitaben, dönemin Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili)  Hasan Ali Yücel, yazar ve gazeteci Sabahattin Ali ve diğer bazı şahısları şikayet etmek üzere Orhun dergisinde 1 Mart 1944'te ve  bir ay sonra 1 Nisan 1944'te iki açık mektup yazar.

Yayımladığı iki “açık mektup”ta Atsız, II. Dünya Savaşının sonuna doğru Sovyetler Birliği’nin savaşı kazanma sürecine girmesi üzerine Türkiye’de artan komünist etkinliklerine dikkat çeker ve özellikle bunların eğitim alanında yapacağı yıkıcı etkileri açıklayarak, bu kötü gidişe bir “dur!” denilmesini ister. “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye” hitap eden mektuplarının ikincisinde Atsız, özellikle Millî Eğitim alanındaki komünist etkinliklerini ve faillerini ele alır, onları sırasıyla tanıtır ve yazısının sonunda o etkinlikleri destekleyen zamanın Milli Eğitim Bakanını istifaya davet eder.

Atsız’ın yayınladığı ikinci mektuptan sonra Sabahattin Âli, Nihal Atsız aleyhine hakaret davası açar. (1)

26 Nisan 1944'de başlayan mahkemeye dönemin üniversite gençliği çok yoğun ilgi gösterir. Mahkeme heyeti duruşma salonuna zorlukla girer. Mahkeme 3 Mayıs 1944 gününe ertelenir.

3 Mayıs 1944 günü üniversite gençliği Nihal Atsız'a destek vermek amacıyla İstiklâl Marşı söyleyerek ve komünizm aleyhinde sloganlar atarak büyük bir gösteri düzenler. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus'a yürür.  O zaman Ulus'ta bulunan Başbakanlık binasına giderek Başbakan (Başvekil)  ile görüşmek isterler. Başbakan ile görüşemeyen gençler Anafartalara yönelir.  Dönemin hükümeti bu gösteriyi şiddetle bastırır. 3 Mayıs'taki gösterilere katılan gençler birer birer tespit edilip toplanır ve tutuklanır. 

Sonraki günlerde devam eden duruşmalar da olaylı olur. 9 Mayıs’taki son duruşmada ise, Atsız 4 ay hapis ve 66 lira para cezasına mahkum olur. Ancak cezası tecil edilir.

Bu dava sonrası ülkede yayınlanan basın organlarında Türkçülük ve Turancılık karşıtı yazılar artar. Bakanlar Kurulu, 18 Mayıs 1944 günü, Anadolu Ajansı aracılığı ile bir “resmî tebliğ” yayımlar.  Milli Şef İnönü o yılın 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde Türkçüleri ve Türkçülüğü yargısız infaza tabi tutan bir nutuk verir. Milli Şef henüz soruşturma evresinde olan, haklarında bir dâvâ bile açılmamış bulunan kişileri peşin olarak mahkûm eder ve bütün suçları vatan ve milletlerini sevmek olan o genç insanları “fesatçı”, “vatan haini” olarak nitelendirir.

Mahkeme nedeniyle Ankara'da bulunan Atsız 9 Mayıs’ta, Reha Oğuz Türkkan’la birlikte tutuklanır.  Bu şekilde  kamuoyu bu konuda hazırlanırken ülke genelinde Türkçülerin evlerinde aramalar ve tutuklamalar başlar.  Çoğu Ankara ve İstanbul’da bulunan, yurdun değişik yerlerinde görevli olan veya yaşayan bazı kişiler de, ya Atsız’a mektup yazmış olmaları ya da Orhun dergisinin açtığı ankete katılmış bulunmaları bahane edilerek, tutuklanır.

Tutuklamalar sürerken nihayet 19 Mayıs günü tüm gazetelerde gizli bir Turancı örgütün ortaya çıkarıldığı haberi yayınlanacaktır. Tutklananlar o sırada sıkıyönetim uygulanmakta olan İstanbul'a götürülür.

Tutuklulardan sivil olanlar Sirkeci’deki, o yıllarda Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Hanı’na, asker olanlar ise o zaman İstanbul’un Tophane semtinde bulunan Askerî Cezaevine kapatılırlar.

Tutuklanan siviller Sansaryan Han'ın son katında bir yatağın ancak sığdığı hücrelerde bazen iki kişi kalma zorunda bırakılır. Tutukluyu Sansaryan Hanı’nın bodrum katındaki “mezarlık hücresi”nde konuk etmek uyğulanan diğer bir işkence şeklidir. Atsız bu beş hücreden birinde  bir hafta tutulmuş, bu sürede şapkası küf bağlamıştır.

Başka bir etkili işkence yöntemi, hoşa gitmeyen ifadeler veren ve/ya hazır yazılı ifadeleri imzalamayan tutukluları, “tabutluk” veya “mutena hücre” denilen, dik tutulan tabut biçim ve oylumundaki oyuklara tıkmaktır. Çatı katındaki bu hücrelere yola getirilmesi düşünülen tutuklu oraya ayakta olarak sokulur, kollarından ve bacaklarından zincirlerle bağlanarak duvara asılır, kapısı kapatıldıktan sonra tepedeki ışık yakılır, işkence edilen “pes” edinceye veya bayılıncaya kadar orada tutulur.

Türkçülerin bu tabutluklar da aç ve susuz, 48 saat kalanları veya orada birkaç kez konuk edilenleri vardır.  Türkçülerden o işkenceye, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek ve Osman Yüksel lâyık görülmüştür.

Dayak, falaka, küfür yaygın işkence türlerindendir. Bunlardan nasiplenen birçok Türkçü tutuklu vardır. Onların biri Sait Bilgiç, bir diğeri de Mehmet Külâhlıoğlu'dur. Hikmet Tanyu’ya uygulanan başka bir işkence, başına tabanca dayanarak yapılan tehditdir. İşkencelerden Prof. Dr. Zeki Velidî Togan’ın payına da verildiği hücreyi haşerelerden temizlemek düşer.

Tophane’deki Askerî Cezaevinde tutulan sanık adayları bu tür maddî işkencelere uğramazlar. Ancak bu cezaevinde de şartlar çok kötüdür.

Yapılan işkenceleri sorumlulardan mahkeme savcısı da mahkemede kabul etmiştir. Ayrıca, ‘Türkçülük Dâvâsı’nın ilk soruşturmaları sırasında 15 çeşit işkence uygulandığını belirleyen Hikmet Tanyu, uzun uğraşıları sonunda, işkence ve zulümlerin dâvâ konusu yapılmasını başararak bunları yapanların yargılanması yolunu açmış fakat işkenceciler, 1950 yılında Demokrat Parti iktidarının çıkardığı af kanunundan yararlanıp yargılanmaktan kurtulmuşlardır(!).

3 Mayıs 1944'de Ankara’da yapılan bu görkemli gösteri ve yürüyüş, Sovyetler Birliğinin II. Dünya Savaşını sonlandıran bir zafer kazanma yolunda ilerlemesi karşısında, o zamana kadar yürüttüğü Alman yanlısı politikaya yön değiştirme telâşına düşen Milli Şef ve emrindekilere iyi bir fırsat gibi görünmüştür.

Bu dönemde yayınlarında Türk dünyasına ilişkin yazı, yorum ve haberlere çokça yer veren Türkçüler, tutsak Türklerin büyük çokluğu işgalindeki topraklarda yaşayan Sovyetler Birliği yöneticilerini zaten tedirgin etmektedir. Türkçülük aleyhine bir kampanya açılması ve başlıca Türkçülerin tutuklanıp cezalandırılması, Sovyetlere yönelişe, yani SSCB’nin kandırılabilmesine (!) yarar diye düşünülmüştür.

Tarihimize “Turancılık” veya 'Türkçülük' davası olarak geçen dava İstanbul 1. Sıkıyönetim (Örfi İdare)  Mahkemesinde görülür. 7 Eylül 1944'de başlayan toplam 23 sanığın yargılandığı dava 65 oturum sürer ve 29 Mart 1945 Perşembe günü karar verilir. Verilen kararla 13 sanık beraat eder, aralarında Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Alparslan Türkeş'inde bulunduğu on sanığa 10 yıla kadar uzanan değişik hapis ve sürgün cezaları verilir.

Daha sonra dava Askerî Yargıtay’a taşınır. Yüksek Mahkeme 31 Ekim 1945 tarihinde İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin bu kararını “usul ve esas yönünden” bozar ve davanın 2. Sıkıyönetim Mahkemesinde görülmesini karar verilir. Bu karar, 26 Ekim 1945 günü, yıldırım telgrafı ile İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına bildirilerek tutukluların hemen salıverilmesi sağlanır. Böylece, kimi Türkçüler için 1 yıl beş buçuk ay süren hapis ve zindan hayatı sona erer.

26 Ağustos 1946 tarihinde başlayan ikinci yargılama sonunda 31 Mart 1947 tarihinde bütün sanıklar beraat eder.

Bu sonuç, davayı “icat eden” ve onu Türkçülere zulüm için bir alet olarak kullananları, özellikle de Milli Şef İnönü’yü ve Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) Hasan Ali Yücel’i, hiç memnun etmemiştir. İnönü, bundan kaynaklanan kızgınlığını, bu karardan sonra yaptığı bir Askerî Yargıtay ziyaretinden, mahkemenin başkanı ve kendisinin kırk yıllık arkadaşı olan Orgeneral Ali Fuat Erden‘in odasına uğrama nezaketini göstermeden ayrılarak ortaya koyar. Zaten, Erden Paşa ile Askerî Yargıtayın öteki üyeleri Tümgeneral Kemal Alkan ve Tugğeneral İsmail Berkok, kısa süre sonra emekliye sevkedilirler.

Türkçülük Günü
3 Mayıs'ın ilk yıldönümü olan 1945 senesinde o sıralarda Tophane'deki Askerî Cezaevinde tutuklu bulunan bir grup Türkçü tarafından bu yıldönümü anılır. Daha sonraki yıllarda ise çeşitli törenlerle kutlanmaya devam edilir ve Türk milliyetçilerinin bir geleneği olarak “Türkçülük Günü” kutlanmaya devam eder.

3 Mayıs 1944 ve onu izleyen olaylar Türk milliyetçiliği tarihinin önemli kilometre taşlarından biridir. O günü izleyen günler ve yıllar, Türk milliyetçilerinin bir cehennem hayatı yaşamasına sebep olmuş ve 1949’a kadar süren bu devlet terörü günleri Türkçülük hareketinde yeni bir uyanışın ışığı durumuna dönüşmüştür. Türkçülük, Türk kamuoyu ve toplumu ile o gün yapılan gençlik yürüyüşü ve gösterisinde tanışmıştır.

Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Tarihler bin dokuz yüz kırk dördü gösterdi,
Atsızım Bozkurtlara buyruğu verdi,
Yiğitçe buyruğa gönül verdiler,
Alparslanlar, Kokanlar, Orkun, İdiller,
Yürüyün, yürüyün haydi yiğitler,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.

Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Dilde birlik, işte birlik, fikirde birlik,
Sağlanırsa o zaman kurulur dirlik,
Yürü yiğit yürü bugün senin günündür,
Bugün düğün günün, bayram günündür,
3 Mayıs Türkçünün düğün günüdür,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.


(1) Sabahattin Ali’nin, savcıya ve Konservatuar Müdürü Orhan Şaik Gökyay’a “Ben dâvâ açmayacaktım, Hasan-Âli bey böyle istedi” itirafında bulunmuştur. Ayrıca Sabahattin Aliyi bu konuda Ulus gazetesi başyazarı ve milletvekili Falih Rıfkı Atay’ın kışkırttığı da bilinir.

25 Nisan 2016 Pazartesi

Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası

İnternet'te bir video dolaşıyor. Bir Azerbaycan televizyonunda spiker göz yaşları ile Türk Hükümetinin Azerbaycan'daki olaylara olan duyarsızlığını eleştiriyor.

Spikere hak vermemek elde değil. Azerbaycan'da kardeşlerimiz Ermenilere karşı bir savaş veriyor, ama bu Türkiye'nin gerek hükümeti, gerek medyası ve gerekse vatandaşları arasında gündeme gelmiyor. Bu Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde kan kardeşlerine karşı yaptığı ilk ayıp değil elbette.

Hemen hatırladığım Rusların savaş esiri olarak Almanlardan aldığı Kırım Tatar Türklerini trenlere doldurup Türkiye üzerinden Sovyetler Birliğine götürmesi ve sınırı geçtikleri anda hepsini kurşuna dizmesi. Bu duruma da o zamanki Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin seyirci kalması. Sadece bu mu? Hayır. Bir diğeri yine Azerbaycanlı kardeşlerimize yapılmıştı. Kırım Tatar Türklerine yapılanı başka bir yazıya bırakarak Azerbaycan'lı kardeşlerimize yapılanı anlatalım.

Iğdır ilimiz sınırları içerisinde sınırı teşkil eden Aras nehri üzerinde bir köprü vardır. Adı Boraltan Köprüsü olan bu köprüyü Kars'ta görev yaptığım zaman bende  ziyaret etmiştim. O zaman Türkiye ile henüz yıkılmamış olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında sınır teşkil eden Aras nehri üzerindeki bu köprünün hazin hikayesini ziyaretim esnasında bilmiyordum.

Olay 1944 yılında geçer. Stalin zulmünden kaçan 146 Azeri Türk (Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan Habertürk televizyonunda katıldığı bir programda Dışişleri eski Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil'in başka bir hariciyeci ile birlikte yazdığı bir kitapta iltica eden Azeri türk sayısını 407 kişi olarak belirttiğini söylemiştir.) öz kardeş saydıkları Türkiye'ye sığınmaya karar verip yola çıkar. Çeşitli badireleri atlatarak Boraltan Köprüsüne ulaşırlar. Köprüden geçerek Türkiye'ye iltica ederler ve sınır karakolundaki askerlerimize teslim olurlar.

Halk mülteci Azeri kardaşları'nı bağırlarına basar. Ankara'ya haber verilir. Herkes Azeri kardeşlerimizin kabul edileceğine emindir. Ancak Ankara'daki Milli Şefin;

"Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz!"

demeciyle Balkanlardan Kafkaslara bütün Türkler sarsılır.

Sovyetler, Azeri mültecilerin teslimi için bastırır. Ankara direnmez. Karar gecikmeden verilir: Geldikleri gibi giderler!

Karakol komutanı inanamaz. Emri defalarca teyit ettirir. Ancak Ankara’dan kesin ve net emir gelir, “Azerileri teslim edin”. Durumu anlayan Azeriler, Türk askerlerinin boynuna sarılıp yalvarır, “Ne olur bizi teslim etmeyin. Bizi burada siz kurşuna dizin, kendi toprağımızda, kendi öz gardaşımızın, kendi bayrağımızın altında bizi öldürün” derler. Ancak Ankara’dan gelen emir nettir.

Azeri mülteciler sınırı geçince öldürüleceklerini anlatırlar. Ama sesleri Ankara'dan duyulmaz. İltica eden 146 Azeri Türk zamanın hükümetinin emriyle trenlere doldurarak sınırından Ruslara teslim edilir. Azeri kardeşlerimiz Kars'tan geçerken, istasyon kenarındaki evlerde birçok insan bu faciayı görür. Trendeki Azeri kardeşlerimiz trenin geçtiği yerlerde  üzerlerinde ne kadar kıymetli eşya varsa trenin pencerelerinden halka atar. Sadece üzerlerinde gömlek ve pantolonları kalır.

İltica eden 146 Azeri Türk sınırı geçtiklerinde Sovyet askerleri tarafından makineli tüfeklerle taranarak kurşuna dizilir.

Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söylenir.

Bu olayında üstü de 'Mavi Alay' gibi örtülür. Yıllarca dillendirilmez.  Facia Ekim 1965'te yapılan seçim öncesinde Süleyman Demirel'in Adalet Partisi ve gazetesi "Adalet" tarafından 7 Ekim 1965 tarihinde gündeme getirilir. İmzasız başyazıda İnönü'nün 12 büyük günahı sayılırken Boraltan faciası da zikredilir.

Azerbaycan’lı Şair Almas Yıldırım, bu olayı  “Dönek Kardeş” adlı şiirinde dile getirir:

Türk denince özü, sözü mert olur,
Dost deyince ayrılmaz bir fert olur,
Kardeş deyip dara düşsem, sığınsam,
Şimden geru bu bana bir dert olur.
Ben ne diyem bu vefasız dağlara,
Öz kardaşı dönek olan ağlara!

Türk; o Altayların dünkü eri mi?
Yolunda can koydum, verdim serimi,
Düştüğü ağlardan kurtulsun diye,
Serdim ayağına doğma yerimi…
Kardaş armağanı, dökülen kanlar,
Bana mükâfat mı giden kurbanlar?

Ben diyorum, Kayıhan’dır soyumuz,
Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,
Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, yıldız’ımız, ay’ımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,
Nerden doğdu bu imansız gayrılık?

Alnımın yazısı, karadır kara,
Karadan bir mendil yolladım yara,
Yol uzun, el uzak, yetişmez eller,
Türklüğün kanayan kalbini sara.
Felek kıymış beslenen bu dileğe,
Lânet Türk’ü hançerleyen bileğe.

Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.
Kaçtır, eli kanlı çıktı oyundan,

Ne bilem, kahpelik varmış soyunda,
Girdiğim öz yurttan döndürülürken,
Kanımın aktığı sınır boyunda
Açan lâlelerden bir çelenk örsem,
Türklük dünyasına armağan versem.
Murat Darga 1998 yılında Boraltan faciası için aşağıdaki şiiri yazar.
Boraltan bir köprü,
Aşar geçer Aras'ı.
Yuğsan Aras suyuyla,
Çıkmaz yüzün karası.

Karası, Karası,
Merhamet fukarası.
Karası, karası,
Merhamet fukarası.

Düşman bekler karşıda.
Önüne kattı beni.
Can alınan çarşıda,
Kardeşim sattı beni.

Dönüp seslendim geri
Merhametsiz birine
Beni siz vursaydınız
Şu gavurun yerine

Şiirin değiştirilen ve yayınlanmayan son iki dörtlüğü şöyledir:
Dönüp seslendim geri.
Paşasına erine,
Beni siz vuraydınız,
Şu moskof'un yerine.

Bu imiş meğer istirahat,
Yordum kadere, kısmete.
Uyusun şimdi rahat, rahat.
Deyin öldüğümü İsmet'e.
Daha sonra Esat Kabaklı bu şiiri seslendirir ve 2002 yılında çıkardığı Yalnız Türküler/ Göç adlı albümene kor. Bu ağıt'ı dinlemenizi tavsiye ederim. Boraltan Köprüsünü geçtikten sonra Sovyet askerleri tarafından kurşuna dizilerek şehit edilen kardeşlerimiz belki bizleri affeder.

O zaman Türkiye Cumhuriyeti'nin Sovyetler Birliği'ne kafa tutacak güçte olmadığını söyleyecek olursanız, bugün Güçlü Türkiye'den söz edenler acaba avuç içi kadar Ermenistan'a karşı Azerbaycanlı kardeşlerimizin yanında durduklarını güçlü bir şekilde göstermiyorlar.

4 Nisan 2016 Pazartesi

T.C.G. DUMLU DENİZALTI GEMİSİ BURDA BATTI. ANAHTAR İLE ETİKETLİ KAPAĞI AÇ. TELEFON İÇERİDEDİR. TELEFONUN DÜĞMESİNE BASARAK KONUŞ. TELEFONLA KONUŞAMAZSAN EN YAKIN LİMANA HABER VER. BOTUNU ŞAMADIRAYA BAĞLAMA.

ABD'de inşa edildi. 23 Nisan 1944'de “Blower” adı verilerek denize indirildi. İlk görevinde kaza geçirdi. 1950'de Marshall yardımı kapsamında Türk Deniz Kuvvetlerine verildi ve adı “Dumlupınar” oldu. 16 Kasım 1950'da Türk Deniz Kuvvetlerine teslim edildi. Çanakkale Boğazında 4 Nisan 1953'de meydana gelen kazada 78  mürettebatına mezar oldu.



NATO'nun “Mavi Deniz” (Blue Sea) tatbikatı 3 Nisan 1953 günü sona erer. Dumlupınar denizaltısı diğer donanma gemileriyle Gölcük'e dönmek üzere Çanakkale Boğazına girer.


Gece sat 02:10 denizaltının güvertesinde bulunan Üsteğmen Hasan Yumuk “Sancak 15” emrini verir. Kısa bir süre sonra Gemi Komutanı Yüzbaşı Şerif Çelebioğlu “Komuta bende! İskele alabanda! Tam yol tornistan” emrini verir. Dumlupınar denizaltısı Çanakkale Boğazının en dar ve kavisli noktalarından Nara Burnu civarında İsveç kuru yük gemisi Naboland ile karşı karşıya gelmiştir. Birkaç dakika sonra Dumlupınar denizaltısı Nobaland ile korkunç bir şekilde çarpışır.

Naboland denizaltının gövdesinde derin bir yara açar ve denizaltıyı sürükler. Çarpışmanın etkisiyle, Dumlupınar’ın köprü üstünde bulanan seyir personeli denize savrulur.

Çarpışma sırasında güvertede bulunan 8 denizciden, 2 gözcü er Naboland’ın pervanesine kapılarak, 1 astsubay ise boğularak şehit olur. Sadece 5 kişi kurtarılır. 86 mürettebatın geri kalanıysa, Dumlupınar’la ağır ağır boğazın karanlık sularına gömülür. Kaza esnasında denizaltında bulunan 86 personelden 22'si kıç torpido dairesinde mahsur kalır. Mahsur kalan bu 22 denizci “battı şamadırasını” bırakır. Battı şamandırası gün ağarınca balıkçı tekneleri tarafından görülür. Battı şamandırası üzerinde şu yazı vardır:

“T.C.G. DUMLU DENİZALTI GEMİSİ BURDA BATTI.  ANAHTAR İLE ETİKETLİ KAPAĞI AÇ. TELEFON İÇERİDEDİR. TELEFONUN DÜĞMESİNE BASARAK KONUŞ. TELEFONLA KONUŞAMAZSAN EN YAKIN LİMANA HABER VER. BOTUNU ŞAMADIRAYA BAĞLAMA.”

Daha önce denize düşen 5 denizciyi kurtaran 10 Numaralı Gümrük Motoru derhal şamandıranın yanına gelir. Gümrük Motorunun ikinci çarkçısı Selim Yoludüz, şamandıradaki ahizeyi kaldırır ve "Alo" diyerek cevap bekler. Denizaltıdan cevap veren Astsubay Selami Özben; elektriğin kesik olduğunu, geminin sancak tarafına 15 derece yatık olduğunu, kıç torpido dairesinde 22 kişi olduklarını bildirir. Selim Yoludüz, “Kurtaran” gemisinin geleceğini söyler. Saat 11:00 sularında Kurtaran olay yerine gelir. Üç gün çalışmalar durmaksızın sürer. Fakat boğazdaki şiddetli akıntı nedeniyle çalışmalar sonuçsuz kalır. Çalışmalar sırasında denizaltının “battı şamandırası” kopar ve Dumlupınar ile irtibat kesilir. Artık denizaltıdakiler için umutlar kesilir. Umutlar kesilince kıyıya toplanan binlerce Çanakkale'li dualarla ve gözyaşalarıyla Dumlupınar'daki denizcilerimizi ebediyete uğurlar. Milli Savunma Bakanlığı 7 Nisan 1953 sabahı yaptığı duyuruda 22 denizciden umut kesildiğini açıklar. Olay bütün yurtta derin üzüntüye neden olur.

Faciadan sağ olarak çarpışma esnasında güvertede olan ve denize düşen Denizaltı Komutanı Kıdemli Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu, Üsteğmen Kemal Ünver ve Üsteğmen Hasan Yumuk,  Seyir Assubayları Hüseyin Akış, Hüseyin İnkaya kurtulur.

Denizaltıdan sadece astsubay Ulvi Erhezar’ çıkmaya çalışır. Cesedi bulunur . Ciğerleri parçalanmıştır.

Üsteğmen Hasan Yumuk ile Gemi Komutanı Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu arasındaki ihtilaf, dalğıçların sadece Pendik önlerinde bu tür kurtarmalar için eğitim almış olması, akıntının olduğu derin sularda kurtarma için eğitim almamış olmaları, Kurtaran gemisinin bölgeye gelen kumandanları almak için zaman harcaması gibi birçok konu kazadaki ihmaller olarak sonradan tartışılacaktır.

Kaza İsveç ile Türkiye arasında diplomatik krize neden olur. Nobaland kaptanı hiç de hoş olmayan muameleye tabi tutulur. Komünist olmakla ve bilinçli olarak Dumlupınar'ı batırmakla suçlanır. Yargılanır, ağır hapis ve ağır para cezasına çarptırılır. Dumlupınar Komutanı Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu'da uzun yıllar süren yargılamalar sonunda hapis cezasına mahkum olur.

Noboland'ın da kaderi Dumlupınar ile aynı olur.  İki defa adı değiştirilen şilep  Nyland ve Broriver adını alır. 1956'da geçirdiği kazayı atlatsa da 1968'de yanar ve batar.

Bugüne kadar Türk Deniz Kuvvetleri'ne alınan denizaltılardan  üçünün kaderleri aynı olur. Farklı yıllarda, farklı modellerde, farklı tersanelerde inşa edilmiş olsalar da,  onları ortak kılan özellikleri kötü kaderleri ve hepsinin adının “Dumlupınar” olmasıdır.

İtalyan yapımı olan “Birinci Dumlupınar” denizaltısı Türk Deniz Kuvvetlerine 1931 yılında katılır. Karadeniz’de yapılan tatbikattan dönerken dümeni arızalanır, Haydarpaşa’da bir gaz tankeri ile çarpışır. Kazada can kaybı yaşanmaz ancak denizaltı 1949 yılında hizmet dışı kalır.

İkinci Dumlupınar yazımıza konu olan Dumlupınar denizaltısıdır. Çanakkale'nin karanlık sularında batar.

ABD yapımı “USS Cayman” denizaltısı da tıpkı diğer iki denizaltı gibi 1972 yılında hizmete “Dumlupınar” adıyla başlar. Filodaki 4. yılından sonra, 1 Eylül 1976'da Çanakkale Boğazı'nda Sovyet bandıralı “Sızik Vavilov” gemisiyle çarpışır. Karaya oturan denizaltında can kaybı yaşanmaz ama havuzda bakım onarımı yapılırken çıkan yangında denizaltı ağır hasar alır.

Dumlupınar adlı bu üç denizaltının yaşadıklarından sonra Türk Deniz kuvvetleri bir daha hiçbir gemisine Dumlupınar adını koymamıştır.

Bu yıldönümünde Çanakkale boğazında yaşanan kazada batan Dumlupınar denizaltısında şehit olan bütün denizcilerimize Allah (cc) 'tan rahmet diliyorum.





Vatan Millet Aşkına Geçen Çileli Ömür


İnsanlar onun adını ilk defa 27 Mayıs 1960 sabahı duydu. Güneşin ilk ışıklarının loş sokakları aydınlatmaya çalıştığı günün sabahında lambalı radyolardan  Ankara Radyosunda'ki gür ses:
“Aziz Vatandaşlar;
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.”
diyordu. Bu ses  ihtilâlin “Kudretli Albayı” Alparslan Türkeş'e aitti.

İhtilali yapanlar arasında daha sonra görüş ayrılıkları çıkınca 27 Mayıs İhtilâli’ni gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi üyelerinden (Komite 38 kişiden meydana gelmişti. İçlerinden General İrfan Baştuğ bir trafik kazasında ölünce, Komite 37 kişiye düşmüştür)  aralarında Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının bulunduğu 14'ü  13 Kasım 1960 operasyonu ile uzaklaştırıldı ve yurt dışına sürgün edildi. Bu sürgünde Türkeş'e Yeni Delhi (Hindistan) düştü.

Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960′da başlatıldı. Yassıada’da 11 ay süren mahkemelerde 592 kişi yargılanmış, 288 kişi hakkında idam cezası istenmiştir. Sonuçta Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiş, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi 6 aydan 20 yıla kadar çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 123 kişi beraat etmiş, 5 kişinin davası düşmüştür.

Bugün bile hala Alparslan Türkeş'i idamlardan sorumlu tutanlar olduğundan sürgündeki Alparslan Türkeş’in Cemal Gürsel’e gönderdiği 7 Eylül 1961 tarihli mektubu tarihî önemdedir.
“Orgeneralim,
Yeni Delhi,  7 Eylül 1961
Size asla yazmak niyetinde değil idim. Fakat bugün memleketin yüksek menfaatleri bakımından bazı hususların dikkatinize sunulması zaruri oldu.
Şöyle ki:
Yüksek Adalet Divânı birkaç güne kadar eski iktidar mensupları hakkında hükmünü verecektir. Adaletin hükmüne müdahale etmek ve daima hürmetkâr bulunmak şarttır. Ancak, hükümlerin infazı yurtta mevcut durumun nezaketi göz önüne getirilince, ayrıca incelenmeğe değer görülmüştür.
Yüksek Adalet Divânı’nın vereceği cezalar içinde idam hükümleri mevcut bulunduğu takdirde bunların tadil edilerek hafifletilmek cihetine gidilmesi çok faydalı olacaktır. Çünkü:
a) İdam cezalarının infazı, 13 Kasım’dan beri atılan çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş olan huzursuzluğu daha çok arttıracaktır.
b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında da milletimiz ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır.
c) Ölüm cezalarının infazı hâlinde, milletimizi bölen kin ve garaz duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayıs’ın amacı olan Millî Birlik ruhunun geliştirilmesini güçleştirecektir.
ç) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık, cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiçbir fayda yoktur.
Esasen siyasî suçlardan dolayı, ölüm cezaları verilmesi bugünün insanlık duygularına uymamaktadır.
Buraya kadar sıralanan mutalâalara ilâveten, hukuk bakımından da şu hususların incelenmesi lüzumludur.
I- Yüksek Adalet Divanının vereceği idam kararlarının nihaî incelenmesi, bununla ilgili kanunun yürürlüğe girdiği tarihte tek meşru yasama organı bulunan 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi’ne ait idi.
II- Bugün ise, yasama organı yalnız başına 13 Kasım Komitesi değil, Temsilciler Meclisi ile birlikte Komite’den meydana gelen Kurucu Meclis’tir.
III- Türk Anayasası’na göre, idam hükümlerinin nihaî incelenmesi, yasama organlarına aittir. Şu halde, bugün Yüksek Adalet Divanı’nın vereceği idam kararlarının yalnız 13 Kasım Komitesi’nce incelenmesi hukukî ve meşru olamaz.
Aksi hâlde, millet ve tarih önünde sorumlu olacağınızı hatırlatırım.
Saygılarımla,
Alparslan Türkeş"

Alparslan Türkeş’in 815 günlük sürgün hayatı 22 Şubat 1963′de sona erdi.. Hindistan’dan ailesi ile birlikte Lübnan’a gelen Türkeş burada eşi ve çocuklarını Beyrut’tan Ankara’ya gönderdi. Kendisi ise İsviçre’ye geçti. Burada Dündar Taşer ile görüştü. Daha sonra Bern, Brüksel ve Paris’e geçerek 14′ler grubunun diğer mensuplarıyla buluştu. Avrupa’da bulunduğu süre içinde arkadaşlarıyla yaptığı görüşmelerde daha çok Türkiye’de takip edecekleri siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde fikir yürüttüler.

Bu görüşmelerden sonra Muzaffer Özdağ ile Türkiye’ye doğru yola çıktılar. Yugoslavya’ya geldiklerinde Muzaffer Özdağ’ı Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye gönderdi. Kendisi ise Üsküp, Makedonya üzerinden Selânik’e geçti. Burada Batı Trakya Türkleri ile çeşitli görüşmeler yaptı. Nihayet 22 Şubat 1963 günü Kapıkule’den giriş yaparak Edirne’ye geldi. Edirne’de Muzaffer Kaplan ve kalabalık bir vatandaş topluluğu tarafından karşılandı. Kafile hâlinde İstanbul’a geldi. İstanbul’da basın toplantısı yaparak daha önce hazırlamış olduğu “Millete Beyanat” adlı metni Türk milletine sundu. 24 Şubat’ta ise Ankara’ya geldi. Alparslan Türkeş’in yurda dönüşü münasebetiyle yayımladığı beyanatı önemlidir.
"Sevgili Vatandaşlarım,
Ülkü ve inancından vazgeçmez bir insan olarak, iki yıl önce aranızdan ayrılmış uzaklara gitmiştim. Bugün yine aynı azim ve imanla dolu ve Türk milletinin geleceği hakkında büyük ümitler taşıyarak, sevinç ve heyecan içinde tekrar sizlere kavuşmuş bulunuyorum.
Sizlerden biri ve sırdan bir vatandaş bulunmak övünç ve heyecanımın tek kaynağını teşkil etmektedir.
Söze başlarken, millet iradesinin her şeyin üstünde tutulmasını ve ona herkes tarafından saygı ve itaat gösterilmesini, bir selâmet yol olarak gördüğümü tekrar belirtmek isterim.
27 Mayıs sabahı yazarak sizlere radyodan yayınladığım yazımın mana ve ruhuna daima sadık kaldım ve bugün de memleketin huzur ve yükselişini bu beyanatın belirttiği ruh ve yönde görmekteyim.
Irk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin, vatandaşların refah ve saadetini sağlamak ve insana değer veren insanca bir zihniyetle memlekette huzur ve istikrarı sür’atle tesis için her çeşit gayret gösterilmelidir.
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ilkelere daima bağlı kalınmalı ve hürmet edilmelidir.
Mübarek vatan topraklarına ayak bastığım şu günlerde sizlere 27 Mayıs’ın gayelerini, her türlü hırslı ve bencil tutumlara karşı göğüs germiş yetkili bir kimse olarak açıklamakta fayda görüyorum.
Sevgili vatandaşlarım,
27 Mayıs hiçbir parti ve zümreye karşı ve herhangi bir şahıs, zümre ve parti lehine bir hareket olarak yapılmamıştır.
27 Mayıs iktidarda bulunan bir partiyi silâh zoru ile iktidardan indirip onun yerine bir muhalefet partisini oturtmak için, yani adî bir hükûmet darbesi olarak düşünülmemiştir. Onun kökleri, asil gayeli kaynaklara inen derinliklerdedir.
Bunun aksini söylemiş ve söylemekte bulunanlar memlekete büyük zarar vermiş ve hâlen de vermeye devam eden kimselerdir.
27 Mayıs, sefalet, yokluk ve karanlık içinde sahipsiz olarak bırakılmış bulunan köylü ve halk kitlesini en kısa yoldan ve hızla modern uygarlığa ulaştırmak, Türk devletini kendi gücü ile ayakta durabilecek hâle getirmek için yapılmıştır.
27 Mayıs, politika bezirgânlıkları ve şahsî menfaat hırsları ile tehlikeye düşürülen Millî Birliği korumak, kardeş kavgasına meydan vermemek gayesiyle yapılıştır.
27 Mayıs, memleketin savunma gücünü en yüksek dereceye çıkarmak, Türk Silâhlı Kuvvetlerini II. Cihan Harbi başından beri terkedilmiş olduğu, ihmal ve bakımsızlık çukurundan kurtarmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak, bütün milleti içine alan bir yardımlaşma teşkilatı kurarak hiçbir vatandaşı yardımsız ve sahipsiz bırakmamak için yapılmıştır.
27 Mayıs, güzel sanatlar ve spordan halk hizmeti için faydalanarak aydınları ve gençleri köylere ve halkın içine gönderip, halkla harman ederek, memleketi hızlı kalkındırmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, Ülkü ve Kültür Birliği ve Türk Kültür Dernekleri gibi kurullarla uyanıklık sağlamak ve millî kültürü geliştirerek Millî Birliğimizi sağlamlaştırmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, ilmî meş’ale yaparak hızla kalkınmak ve Türk milletini en kısa zamanda atom ve feza çağına sokmak için yapılmıştır.
27 Mayıs, Türkiye’yi muzır cereyanların manevî istilâsından kurtarmak ve onu millî özelliğe sahip hür bir fikir ve vicdan hayatına kavuşturmak için, yani kısacası Türk Rönesansını yaratmak için yapılmıştır.
Muhterem Vatandaşlarım,
Bugünkü tutum ve hızla yukarıda sıralanan hedeflere kaç yüz senede ulaşılabileceği düşünülmeli ve bu geçecek yüz yıllar sırasında, modern memleketlerin bizi beklemeyecekleri de hesaba katılmalıdır.
Sevgili vatandaşlarım,
Bugün dünya atom ve feza çağının eşiğinden içeriye adım atmış bulunmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeler, nasıl sosyal, ekonomik ve politik hayatı alt üst etmişse, gelmekte olan atom ve feza çağı da büyük değişikliklere sebep olacaktır. Bir sıçrama yaparak çağlar üzerinden atlayıp atom ve feza çağına girmek zorundayız. Türkiye bir varolmak veya yok olmak dâvasıyla karşı karşıyadır. Bizi birbirimize düşürmek ve devletimizi parçalamak için içte ve dışta tehlikeli cereyanlar gelişmektedir.
Birbirimize karşı davranışlarımızda, daima karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörürlük duygusu hâkim olmalıdır.
Siyasî partiler, bir saltanat vasıtası ve bir gaye olarak değil, sadece memlekete ve millete hizmet için bir vasıta olarak kabul edilmelidir.
Her kim olursa olsun, bütün vatandaşlara karşı şefkat. Sevgi ve kanun himayesi şart sayılmalıdır. Fikirlerini kabul etmediğimiz veya şahsî aykırılığımız bulunanlara da, insanca, hukuk düzeni içinde işleme tabi tutulması esas olmalıdır.
Millet ve memleket faaliyetleri, ilim ve tekniği her şeyin üstünde tutan bir görüşle düzenlenmeli ve iktisadî hayat hemen harekete getirilmelidir. Türkiye’mizin endişesiz yarınına güvenen çalışkan insanlar diyarı olarak ufuklarda yükselmelidir.
Aziz vatandaşlarım,
Türk milleti bölünmez kutsal bir bütündür.
Bizler belirli bir fikir ve davayı temsil ile onun bayrağını taşıyan insanlarız. Bizi şu veya bu siyasî teşekküle izafe etmek yerine bütün bir milletin sadece hâdimi olarak kabul etmek gerekir.
Sevgili vatandaşlarım,
Mensubu olduğumuz Türk milleti, büyük kabiliyetlere ve büyük güce sahip bir millettir. Kudretimiz ve irademiz, önümüzdeki güçlükleri yenmeye ve bize çevrilmiş olan tehlikeleri göğüslemeye yeterlidir.
Ey geçmişin büyük fırtınaları, eşsiz ve şerefleri içinden gelen ve mutlu yarınlara elbette erişecek olan büyük Türk milleti.
Selâm, sevgi, muhabbet sana..”

Alparslan Türkeş Hindistan sürgününden sonra Ankara’ya yerleşti. Gaziosmanpaşa semtindeki evinde ilgi odağı hâline geldi, ziyaretçi akınına uğramıştı. Eski arkadaşları peşini bırakmamış, kimileri tekrar “ihtilâl” yapmayı, kimileri ise “siyaset” yapmayı teklif ediyordu.

Bu sıralarda Türkeş’in eski arkadaşı olan Emekli Albay Talat Aydemir yeniden darbe yapma planlarına  Alparslan Türkeş’i de dahil etmek için büyük çaba sarf etmiştir. Ancak Aydemir bu konuda başarılı olamamıştır. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan arkadaşlarıyla birlikte 20-21 Mayıs 1963′te ikinci kez darbe teşebbüsünde bulunmuşlar ancak bu hareketin sonu hüsran olmuştur ve bu teşebbüslerinin bedelini ağır ödemişlerdir. Fethi Gürcan ve Talat Aydemir idam edilmiştir.

Sürgünden dönüşü ile birlikte ilgi odağı hâline gelen Türkeş'e AP'den partiye katılam daveti geldi. AP’lilerin yanı sıra CKMP’liler de kendisini partilerine davet etmişlerdi. Türkeş “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni kurarak partileşme çalışmalarını buradan yürütmeye başladı.

Partileşme faaliyetlerinin hız kazandığı bu yıllarda Alparslan Türkeş’in kader birliği yaptığı arkadaşları 18 Mayıs 1963 günü AP’lilerle bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmada Türkeş’in AP’ye genel başkan olarak seçilmesi plânlanmıştı. Ancak 21 Mayıs Hareketi bu plânın gerçekleşmesini engellemiştir.

21 Mayıs sonrasında dört ay tutuklu kalan Türkeş beraat ettikten sonra siyasî faaliyetlerine hız verdi. Arkadaşlarıyla yaptığı görüşmeler sonrasında CKMP’ye daha sıcak bakılmaya başlanmış, AP ve YTP’deki milliyetçilerin de orada toplanabilecekleri düşünülmüştü. Bu arada CKMP Genel Başkanı olan Osman Bölükbaşı bu görevinden ayrılmıştı. CKMP’nin yöneticilerinden ve bu tarihlerde Devlet Bakanı olan Mehmet Altınsoy, Ahmet Oğuz ve parti Genel Başkan Vekili İrfan Baran, Alparslan Türkeş’i partilerine davet ederek genel başkanlık teklif ettiler. Türkeş 27 Mayıs Hareketi’nden itibaren bir siyasî parti hüviyeti altında ülkeye hizmet etmeyi düşünmekteydi. Sürgünde bulunduğu süre içinde bu fikrini olgunlaştırmış, Türkiye’ye dönüşünden itibaren ise en uygun zemini kollamıştı. Türkeş ve arkadaşlarının CHP’ye girmeleri mümkün değildi. AP ile zaman zaman temasları olmasına rağmen 21 Mayıs Hareketi sonrasında tutuklanması bu parti ile olan münasebetinin kesilmesine sebep oldu. CKMP’den gelen ısrarlı davetler Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye katılma kararını kolaylaştırdı. Yeni bir parti kurmaktansa, güç kaybetmeye başlamış olan CKMP’nin kuvvetlendirilmesi düşünülerek bu parti tercih edildi.

Böylece Alparslan Türkeş, 14′lerden 9 arkadaşı ile birlikte, 22-23 Şubat 1964 tarihinde yapılan CKMP kongresinde bu partiye resmen katılmış oldu.
Alparslan Türkeş ve dokuz arkadaşının CKMP’ye girmesinden sonra Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer CHP’ye, Muzaffer Karan da Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) girdiler. Böylece 14′lerin aktif siyasete başlamasıyla parçalanmaları birlikte oldu. Ancak çoğunluk Türkeş'in yanında yer aldı.

Bu arada 17 Kasım 1963′te yapılan yerel seçimler AP’nin zaferiyle sonuçlandı. Oyların %48,87′sini AP, %36.97′sini CHP, %6.5′ini YTP, %2.6′sını CKMP alırken kalan %8′lik kısım Millet Partisi, Türkiye İşçi Partisi ve bağımsızlar arasında paylaşılmıştı.

CKMP 30 Temmuz 1965 tarihinde Olağanüstü Kongreye gitti.  Bu Kongrede yapılan seçimlerde Alparslan Türkeş büyük bir oy farkıyla 1 Ağustos1965 tarihinde CKMP Genel Başkanlığına seçildi.

Alparslan Türkeş’in Genel Başkan seçilmesinden sonra CKMP, yeni program ve kadrosuyla girdiği 10 Ekim 1965 seçimlerinde aldığı 208.696 (%2.2) oy ile 11 milletvekili çıkarabilmiştir.

10 Ekim 1965 günü yapılan genel seçimlerden çıkan netice AP’nin tek başına iktidarı anlamına geliyordu. Seçim sonuçları şu şekilde oluştu:
AP %53 oy ile 240 milletvekili
CHP %28.7 oy ile 134 milletvekili
MP %6 oy ile 31 milletvekili
YTP %3.7 oy ile 19 milletvekili
TİP %2.9 oy ile 15 milletvekili
CKMP %2.2 oy ile 11 milletvekili.

6-8 Şubat 1969'da Adana il kongresinde CKMP adı Milliyetçi Hareket Partisi ve terazi olan amblemi de üç hilâl olarak değiştirildi.

1966 yılı başlarında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in sağlık durumu bozuldu. 27 Mart 1966 tarihinde, Başbakanlığın isteği üzerine Gülhane Askeri Tıp Akademisinde toplanan 37 kişilik “Müşterek Sıhhî Kurul”, iki rapor düzenleyerek, “Gürsel göreve devam edemez. Vücut ölmüştür” kararını vermiştir.
28 Mart 1966 günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılmış, Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü Prof. Dr. Ragıp Üner'in Cevdet Sunay’ın, öncelikle Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü seçilmesine imkân sağlayabilmek için senatörlükten istifa etmesiyle Cumhurbaşkanı Kontenjan Senatörü olan Cevdet Sunay’ın adaylığının yanı sıra CKMP Genel Başkanı Ankara Milletvekili Alparslan Türkeş de Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koymuştur.

Cumhurbaşkanlığı için yapılan seçim sonunda  Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay, oylamaya katılan 532 üyenin 461′inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Aynı seçimde aday olan Alparslan Türkeş, 11 oy alır.

1969 ve 1973 yıllarında Adana milletvekili olarak parlamentoya seçildi. 1975'ten sonra Milliyetçi Cephe adı verilen koalisyon hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulundu. 12 Eylül darbesi sırasında diğer bütün parti liderleri evlerinde yakalınıp tutuklandı. Ancak Türkeş yakalanamadı. Dört gün sonra teslim oldu. 9 Nisan 1985'e kadar 4,5 yıl tutuklu kaldı. İdam cezasıyla yargıladı beraat etti.

1987'de siyaset yasağının kalkmasıyla birlikte Milliyetçi Çalışma Partisi'ne girdi ve aynı yıl yapılan olağanüstü kongrede genel başkanlığa seçildi. 1991 genel seçimlerinde RP ve IDP ile seçim ittifakı yapan MÇP lideri Türkeş, Yozgat milletvekili olarak yeniden parlamentoya girdi.

1992'de 12 Eylül darbesi ile kapatılmış olan partilerin eski adlarını alması hakkında Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılan değişiklikle MÇP'nin ismi de 1993 yılında MHP olarak değiştirildi.

1995 genel seçimlerinde parlamento dışı kaldı.

Alparslan Türkeş, 4 Nisan 1997'de geçirdiği kalp krizi sonucu Ankara'da hayata veda etti. Kurtların sevdiği bir havada "Başbuğ Türkeş"i seven milyonlar 8 Nisan 1997 Salı günü daha önce Ankara'nın şahit olmadığı bir cenaze töreni ile O'nu ebedi hayata uğurladı. Belkide Cumhuriyet tarihinin ilk sivil “resmi” cenaze töreniydi. Cenazede sadece göğe yükselen tekbir sesleri vardı. “Allâhû Ekber!, Allâhû Ekber!”

Allah'ın (cc) rahmeti üzerine olsun.

Kurtlar puslu havada
Toplandı Ankara'da
Giden heybetli çınar
Milyonlarsa arkada
Yandı yürekler yandı
Yağan kar ile sönmez
Milyonlar bir ağızdan
Diyor başbuğlar ölmez
Başbuğlar ölmez
Vatan millet aşkına
Geçen çileli ömür
Yatak yorganda değil
Çınar ayakta ölür
Yandı yürekler yandı
Yağan kar ile sönmez
Milyonlar bir ağızdan
Diyor başbuğlar ölmez
Başbuğlar ölmez
Neyler Kerkük'te Türkmen
Türkistan neyler onsuz
Sabır ver yüce Mevlam
Kaldık başsız ve kolsuz
Yandı yürekler yandı
Yağan kar ile sönmez
Milyonlar bir ağızdan
Diyor başbuğlar ölmez
Başbuğlar ölmez

Söz ve Müzik: Mustafa Yıldızdoğan

29 Mart 2016 Salı

Pakistan'lı kardeşlerimizden utandım

Belçika'da 22 Mart günü havalanı ve metroda bombalı saldırılar oldu. 34 Kişi hayatını kaybetti.

23 Mart tarihli ulusal gazetelerimizin ilk sayfalarına bakıyorum. Yurt, Yeniçağ, Sözcü, Posta gazetelerinin ilk sayfalarının yaklaşık sekizde biri, diğer bütün gazetelerin ilk sayfalarının tamamı Belçika saldırılarına ayrılmış.

27 Mart tarihinde Pakistan'ın Lahor şehrinde bir parkta bir bombalı saldırı oldu. Çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 72 kişi hayatını kaybetti. 300 den fazla yaralı var.

28 Mart tarihli ulusal gazetelerimizin ilk sayfalarına bakıyorum. Habertürk gazetesi Pakistan saldırısını manşetten ve çok geniş yer ayırarak verdi. Pakistan saldırısı Milliyet, Yeni Şafak, Akşam, Birgün, Posta, Vatan ve Zaman gazetelerinde çok küçük yer aldı.

Pakistan saldırısı gazeteler baskıya girdikten sonra haber alıdıdığı ve o nedenle gazetelerde yer almadığını düşünerek bugünkü (29 Mart) gazetelerin ilk sayfalarına bakıyorum.

Yeni Asya gazetesinde Pakistan saldırısı ilk sayfanın büyük bölümünde manşetten yer alıyor.

Yeni Şafak,Birgün, Cumhuriyet, Taraf, Zaman, Milat, Yeni Çağ, Yurt ve Vahdet gazetelerinin ilk sayfasında çok küçük olarak yer alıyor.

Türkiye, Star, Sabah, Milliyet, Hürriyet gazetelerinin ilk sayfasında Pakistan saldırısı hiç yer almıyor.

Pakistan'lıların Türklere olan sevgisine Pakistan'ı ziyaretimde bizzat şahit olmuş bir Türk olarak, Pakistanlı kardeşlerimize basınımızın gösterdiği bu ilgisizlik karşısında utandım. Türkiye olunca ilgisiz kalmakla Batı'yı eleştirmeye hiç hakkımız yok. Bizim de aslında "Batı"dan farkımız yok!

Teşekürler Habertürk. Teşekkürler Yeni Asya

26 Mart 2016 Cumartesi

Arkadaşların senin Cehennemlik olduğunu düşünüyorlar

Hergün birçok asker ve polisimiz terörle mücadelede şehit oluyor. Haberleri izlemekten korkuyorum. Internet'te bir haber sitesini açtığımda şehit veya bir bombalı eylem haberi yoksa seviniyor, şükrediyorum.

Şehit olan polis ve askerlerimizin birçoğunun gönüllü olarak bölgeye gittiği veya görev süreleri dolmasına rağmen kendi istekleriyle bölgede kalmaya devam ettikleri haberlerde yer alıyor. Sanki Peygamber Efendimizden gelen şu haberi işitmişler.

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir adamın cenazesinin arkasından gitti. Namaz için konulduğu zaman Ömer b. el-Hattab:
"Ya Resulallah! Bunun namazını kılma, zira sefih (1) biridir." dedi.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) oradaki cemaate dönüp:
"Aranızda bu adamı müslümanca bir iş yaparken gören var mı?" diye sordu. Adamın biri kalkıp:
"Ya Resulallah! (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah yolunda bir gün nöbet tuttu." deyince, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) adamın cenaze namazını kıldırdı. Gömülürken üzerine toprak attı ve:
"Arkadaşların senin Cehennemlik olduğunu düşünüyorlar, ama ben şehadet ederim ki sen Cennetlik birisin" buyurdu.
Sonra Ömer'e: : "Ey Ömer! İnsanların amelleri senden sorulacak değildir. Kendi fıtratından hesaba çekileceksin" buyurdu (1)

Terörle mücadelede şehit olan bütün polis ve askerlerimize Allah (cc) tan rahmet ve sevdiklerine sabır diliyorum.


(1) Zevk ve eğlenceye düşkün, uçarı
(2) Beyhaki, Şuab (4297)

21 Mart 2016 Pazartesi

Bir bayram olarak kutlayanların

Adriyatik Denizi'nden Çin Seddi'ne kadar olan coğrafyada 

Nevruz'u

bölücülüğe, teröre, toplum huzurunu bozmaya bir neden olarak değil,

bir bayram olarak kutlayanların

bayramı kutlu olsun.

 
Türkiye

 
Afganistan

Türkmenistan

Türkmenistan

Kazakistan

Türkmenistan

Kırgızistan


Afganistan



Tacikistan

Özbekistan

İran

İran

Azerbaycan

18 Mart 2016 Cuma

Biliyormuydunuz? Ben Bilmiyordum.

Bundan tam 101 yıl önce İngiliz'ler tarafından ülkelerinden getirilip oluşturulan
Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu'nda (Australian and New Zealand Army Corps, ANZAC) yer aldılar.


Çanakkale'de hiç tanımadıkları insanların ülkesini işğal etmek için cephenin en ön saflarında savaştılar. Dünya'nın gördüğü en büyük savaşlardan birinde birçokları canlarını verdi, ülkelerine dönemediler.

Bu kendileriyle hiç ilgisi olmayan savaş onları bir millet haline getirdi. Torunları aradan bir asır geçmesine rağmen gelip bu topraklarda dedelerini anıyor.

Çanakkale'ye getirilen Avusturalyalılardan bahsediyorum. Avusturalyalılar bugün ülkelerinde Çanakkale toprağını hatıra olarak satıyorlar. Biliyormusunuz? Ülkemizin toprağını satanları çok gördük, görüyoruz. Ama ben bunlar arasında Avusturalyalılarında olduğunu bilmiyordum. Siz biliyormuydunuz? Toprağımızın kaça gittiğini mi merak ettiniz? Resimdeki HOLD TRUE OUR SPIRIT yazısı üzerindeki küçük tüpteki toprağın satın fiyatı 15 Avusturalya Doları. Bizim paramızla yaklaşık 33 Türk Lirası.

Çanakkale'de can veren bütün şehitlerimize Allah (cc) tan rahmet diliyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Onlar cennette. Allah (cc) bize de onlarla buluşmayı nasip etsin.

Avusturalya'da hatıra olarak satılan Çanakkale toprağı